Annemden Hikayeler


cropped-img_40451.png

“AnnemdenHikayeler” 2012 yılının Ocak ayında birden, hiç planlamadığım bir şekilde ortaya çıktı. O zaman henüz 2 yaşında olan oğlumu her gün evde bakıcımızla bırakırken yaşadığım ikilemler beni içimdekileri kaleme almaya itti…

Bu blog belki böyle başladı ama zaman içerisinde çok şey değişti… İlk blog yazmaya başladığımda yedi aylık bebeğiyle New York’tan İstanbul’a yeni dönüş yapmış ve tekrar iş hayatına atılmanın heyecanını yaşarken bir yandan da bebeğini evde bakıcı ile bırakmanın endişelerini duyan acemi bir anneydim. İkinci oğluma 7 aylık hamileyken yeniden Amerika’ya gidişimizle bu kez iki çocukla hiç destek almadan çocuklarını kendisi büyüten, büyütürken de olgunlaşan bir anne oldum. Amerika’dan Türkiye’ye döndükten sonra yeniden iş hayatına atılıp bu kez geride iki çocuk bırakan ama eskiye göre az buçuk daha tecrübeli, daha sakin, daha kendinden emin birine dönüştüm. Suudi Arabistan Riyad’ta pandemiye rağmen keyifli geçen 3 sene sonrası şimdilerde Johannesburg’a taşınmamızla çocuklarımla her anın tadını çıkarmanın derdindeyim…

Bu blogu oğullarıma yılların şahitliğini yapsın diye, benim ağzımdan yaşamımızdaki detayları onlara unutmadan aktarabilmek için yazıyorum… 

Bir Çocuktan Hiç Farkında Olmadan Öğrenebileceğiniz İlk 5 Şey

Bir kaç hafta önceydi… Mevsim sonbahara döndüğü için sabah saat 6’da artık hava eskisi gibi aydınlık değil, hafif karanlık, kasvetli… Yine de öğlene doğru güneş biraz kendini gösteriyor neyse ki… Okul için çocuklara beslenme çantası ve kahvaltı hazırlığındayken mutfağa küçük oğlum geldi. Üzerinde abisine küçük gelen, onun eski bir şortunu giymiş. Şortun bel kısmı lastikli olduğu için üzerinden düşmüyor ama ona büyük gelmiş belli; pantolon şort arasında bir yerlerde boyu… Üzerine de kendisine küçük gelmeye başlamış ve rengi altındaki şortun rengine hiç mi hiç uymayan bir uzun kollu… Dışarıda yağmur yağıyor… Üzerindeki dar geliyor gibiyken altındaki üzerinden dökülüyor… Hiç tereddütsüz “Oğlum, pek olmamış bu giydiklerin?”  dedim. “Anne, bi şey olmaz… Ben kendim olmayı seviyorum” dedi… Hiç beklemiyordum bu cevabı sustum kaldım… Hemen arkasından Büyük oğlum da kardeşini destekler şekilde “Anne, önemli olan onun beğenmesi değil mi?”  dedi… İkisi de doğruydu…Sustum… Ama tabii ki sadece 3 saniye sürdü bu suskunluğum ve sanki çocuklardan hiç böyle felsefik içerikli konu başlıkları yaratabilecek yorumlar çıkmamış gibi gayet sığ bir şekilde başa döndüm ben; “…Ay yok, ama olmamış!” dedim yine…

Küçük oğlum o gün okula öyle gitti… Onları okul otobüsüne bindirdikten sonra düşündüm; çocuklara her şeyi biz öğretiyoruz sanıyoruz ama bizim de onlardan öğrendiğimiz/öğrenecek ne çok şeyimiz var….

Sonra oturdum bu yazıyı yazdım işte…

Çocukların siz hiç farkında olmadan size öğrettiği 5 şey;

  1. Koşulsuz Sevgi: Çocuklardan daha doğdukları ilk anda öğrendiğimiz duygu “Koşulsuz Sevgi” değil mi? Analık garip bir duygu, o kadar saat şiddetli sancılar çekiyorsun… Hadi sancı çekmedin, bu sefer kesilip biçiliyorsun… Dikişlerin var, kucağına minik bir insan yavrusu alıp tüm acılarını hissetmez oluyorsun. Hayır yetmiyor gibi aradan bir kaç sene geçince aynı şeyleri yeniden yaşayacağını bile bile yeniden bebek sahibi de oluyorsun… Çok acayip aslında… Beklentisiz ve hesapsız, sevgide bir aşırılık hali… Ne bileyim bir düşünsenize çocuk dışında hangi canlı şunları yapsa hiç sessinizi çıkmadan, söylenmeden, güle oynaya ve hatta içinizdeki sevgi daha da büyüyerek yaşamaya devam edersiniz; hiç uyumuyor/ uyutmuyor, sürekli ağlıyor, acıkıyor, doyuruyorsun kusuyor… kaka yapıyor, çiş yapıyor güle oynaya da temizliyorsun ya bir de…
  2. Hayatın Tadını Çıkar: Büyük oğlum yeni doğduğunda uykusuz geçen günlerin, gecelerin içinden bir gün, sabahın 3’ünde onu uyutmaya çalışırken bana gülümsemesi ile ben de gülmeye başlamıştım… O an bana başka birisi gülümsese ben de ona geri gülebilir miydim bilmiyorum… O kadar yorgundum ki… Oğlumun verdiği mesajı aldım sanki; “gerçekten hayat eşsiz bir tecrübeydi ve her anın tadının çıkartılması lazımdı…” İçimi şükür duygusu ile kaplayan o anı hiç unutmuyorum…
  3. Yaratıcılık: Bence bir yetişkinin en yaratıcı olduğu dönemler tartışmasız küçük bir bebekle baş başa olduğu zamanlar olabilir… Uyusun, yemek yesin, oyun oynarken de öğrensin, düşmesin ama oldu ya düşerse de canı acımasın, ağlamasın derken farkında olmadan kendimizi çok acayip fikirler üretirken bulabiliriz…
  4. İhtiyacın Olduğunda Yardım İste: Küçükken yardım istemek ne kadar olağan ve kolaysa büyüdükçe de o kadar zor ve ötelediğin bir duygu bence… Çocuk sahibi olmakla birlikte ister istemez kendini yardım sorarken bulabiliyorsun yeniden…
  5. Kendin Olmak: Aynı geçen sabah bizim evde olan hikaye gibi, kendi olmayı sever çocuklar ve bunu o kadar natürel kendiliğinden yapar ki… Bir çocuğun kendini kimseye sevdirmeye, olduğundan farklı göstermeye ihtiyacı yoktur. Kendi benliğinde mutludur. Kimse kendisine benzesin, kendisi gibi düşünsün diye çabası da yoktur. Başkasını da olduğu gibi olur kabul eder.

Bu ilişkide kim kime daha çok öğretiyor bilemiyorum… Ama emin olduğum şu ki çocuklarım hayattaki farkındalığımı kesinlikle daha çok arttırdı… Uzun lafın kısası; iyiki…

GÜNEY AFRİKA’NIN GETİRDİĞİ 4 ENTERESAN ALIŞKANLIK
Her ülkenin kendine has bir hayat tarzı ve zaman akışı oluyor ve bu yeni duruma adaptasyon sırasında farklı alışkanlıklar da geliştiriyorsunuz. Güney Afrika’da 4.ayımızı doldururken edindiğim yeni alışkanlıkları en garibinden daha normaline doğru şöyle sıralayabilirim;

1) Gök gürültüsü ve şimşekli havalarda banyo yapmamak:
Güney Afrika’nın gök gürültüleri ve şimşekleriyle ünlü olduğunu buraya taşınıncaya kadar bilmiyordum. Eğer evde güvenli bir ortamdaysan muhteşem ışıklı gökyüzü manzarası güzel olsa da, açıkta kalanlar için ölümcül ve çok gerçek bir tehdit oluşturabiliyor. Güney Afrika'da her yıl yaklaşık 260 kişinin yıldırım düşmesi sonucu hayatını kaybettiğini okuduğumda inanamamıştım! Anlayacağınız üzere gök gürültüsü burada ciddi bir konu ve bununla ilgili aldıkları bir takım önlemler var. Mesela gök gürültüsü başladığı zaman herkesin kapalı bir alana girmesi için dışarıda sirenler çalıyor. Büyük oğlum okulda şimşekli havalarda yüzme antremanlarının iptal edildiğini, havuza giremediklerini söylediğinde bayağı şaşırmıştım. Yine aynı şekilde fırtına sırasında duş almak da güvenli değil. Bir su borusuna veya yakındaki bir yere yıldırım düşerse, elektrik tesisattan geçebilir ve bu sırada duş alıyorsanız veya su kullanıyorsanız potansiyel olarak elektrik çarpmasına neden olabilir. Düşününce çok detaylı biliyorum ama yıldırım düşmesi sonucu insanların öldüğünü bilip ve bu konuda uyarıdığınız zaman dikkat etmek durumunda kalıyorsunuz.

2)- Sürekli Telefonu Şarj Etme:
Şu an bu yazıyı Güney Afrika’da yaşamış /veya hali hazırda yaşamakta olan biri okuyorsa telefonumu neden sürekli şarj ettiğimin sebebini hemen tahmin edecektir. Tabiiki de elektirik kesintileri! 
Güney Afrika’da bazı dönemlerde, belirli saatlerde elektirik kesintileri yaşanıyor. Ülke, ekonomik büyümeye ayak uyduramadığı ve eskiyen üretim santrallerini değiştirmek için yeni elektrik santralleri inşa edemediği için 2008'den bu yana dönemsel elektirik kesintileri yaşanıyormuş… Elektirik talebini karşılamak için yeterli elektrik olmadığından dolayı elektrik arz ve talebini dengelemek için son çare olarak bunu bulmuşlar. Daha Güney Afrika’ya taşınmadan önce elektirik kesintilerini duymuştum ama ilk geldiğimiz ay hiçbir şey yaşamamıştık. Eylül ayı itibari ile küçük küçük başladıkça birebir yaşamanın sorunu duymaktan daha etkili olduğunu tecrübe ettik tabiki de! 
Neyseki yine de elektiriğin ne zaman kesileceğini biliyoruz. Telefonumuza indirdiğimiz bir uygulama ile hangi gün ve hangi saatte elektirik kesintisi olacağını önceden bilmek günün programlaması açısında oldukça yardımcı oluyor. Elektirik kesintilerini 4 ayrı bölüme ayırmışlar. Mesela yaşadığınız yerde “Stage 1” kategorisi uygulanıyorsa bu iyi haber çünkü kesintiler, her seferinde iki saat olmak üzere dört günlük bir süre boyunca üç kez, veya bir seferde dört saat olmak üzere sekiz günlük bir süre boyunca üç kez uygulanacaktır demektir. “Stage 4” için uyarı alıyorsanız o zaman durum biraz daha ciddi;  kesintiler, bir seferde iki saat olmak üzere dört günlük bir süre boyunca 12 kez veya bir seferde dört saat olmak üzere sekiz günlük bir süre boyunca 12 kez uygulanacak demektir. Bazen gün içerisinde “Stage 1”den “Stage 4”e geçildiği uyarısını aldığımız zamanlar da oluyor ki bu sebeple ne zaman fırsat bulsam kendimi telefonumu şarj ederken buluyorum. Özellikle çocuklar okuldayken telefonumun şarjının az olmasından hoşlanmıyorum. Bu sebeple ne zaman fırsat bulsam telefonumu şarja takan bir insan oldum. Hoş şu aralar kesintiler yine durdu ve bugün itibari ile de çocukların okulu yeniden online eğitime geçti! Neye üzülüp neye sevineceğimi bilmiyorum…

3) Kuş ve ağaç türlerinin isimlerini öğrenmek:
Güney Afrika doğası ve yaşayan canlı türleri ile tam bir cennet! Böylesi bir çeşitlilik daha önce hiç görmemiştim. Ülkede kaydedilen yaklaşık 850 kuş türü olduğunu okumuştum. Nitekim yolda yürürken bile birbirinden güzel renkleri ve sesleriyle bir kaç çeşit kuş türünü aynı anda görmeniz mümkün. Çiçekler, bitkiler ve ağaçlar da aynı şekilde çeşitlilik gösteriyor. O kadar değişik ağaçlar ya da bitkiler görüyorum ki ister istemez kendimi fotoğrafını çekip Google’da araştırırken buluyorum. Afrika'yı ve onun biyolojik çeşitliliğine olan sevgimi bir üst seviyeye götürerek artık kuş ve ağaç türlerinin isimlerini öğrenmeye başladım, çok özel bulduklarmı not alıyorum. YouTube’ta kendini “Afrika Bitki Avcısı” (African Plant Hunter) olarak tanımlayan Gus’un (soyadını kullanmıyor hiç) videolarına bayılır oldum mesela! Oturup saatlerce videolarını izliyorum. Sadece Afrika’da yetişen ağaç türleri ise ektra ilgimi çekiyor. Gittiğimiz yerlerde bu ağaçları görebilir miyim acaba diye hep bakınır oldum. Zaten yaşım ilerledikçe daha pastoral bir insan olmaya başlamışken Afrika bunu daha da pekiştirdi.

4) Asla nakit para taşımamak:
Güney Afrika, %76.86’lık bir yüzde ile dünyadaki en yüksek suç oranına sahip üçüncü ülke. Listenin başında %83.76 ile Venezuela, ikinci sırada ise %83.76 ile Papua New Guinea geliyor. Yoksulluk, eşitsizlik, işsizlik ve sosyal dışlanma ve şiddetin normalleşmesi gibi çeşitli faktörlerden dolayı suç oranları oldukça yüksek. Bu sebeple güvenlik konusunda dikkatli olmak gerekiyor. Cüzdanda para taşımamak da bunlardan bir tanesi. 

Güney Afrika’da En Çok Duyduğum 5 Kelime

Yeni bir ülke, yeni bir kültür ve yepyeni bir dünya demek… Güney Afrika’ya gelmeden önce elimden geldiğince okuyup araştırdım. Ama öyle şeyler var ki onları ancak o ülkeye gidip yaşarken tecrübe edebiliyorsunuz ve kendinizi yeni bir ortama tamamen kaptırdığınızda, o ortama özgü ilginç nüansları keşfetmeye başlıyorsunuz. Bu, insanların birbirlerini selamlama biçiminden dillerine, aksanlarına, el sıkışmalarına, favori müziklerine, dans hareketlerine, iyi vakit geçirme fikirlerine ve daha pek çok şeye kadar değişebilir. Jonahnnesburg’ta yaşamaya başladığımız şu 2 aydır ben de kendimi her şeyi gözlemlerken buluyorum.

Konuşulan dil gözlemlerinden sadece bir tanesi ve temelde İngilizce konuşulduğu halde bir sürü farklı nüansın olması benim çok ilgimi çekiyor. Birçok ülkenin bir veya iki tane ‘resmi’ olarak tanınan dili varken, Güney Afrika’da resmi olarak kabul edilen tam 11 tane dil var; İngilizce, isiZulu, isiXhosa, Afrikanca, isiNdebele, Sepedi, Setswana, Sesotho, Xitsonga, SiSwati ve Tshivenda. İngilizce ülkenin ticaret kullanımındaki resmi dili olarak adlandırılsa da, başta Afrikanca, İngilizce ve Zuluca olmak üzere 11 ulusal dilden gelen argo sözcükleri bir araya getirerek farklı bir aksan, kelime daracığı, ve yeni kelimeler yaratmışlar. Bu sebeple bazen lokal halkın sohbetine ayak uydurmak zor olabiliyor. Güney Afrika argo deyimleri ve aksanı ilk duyduğunuzda kulağınıza enteresan geliyor ama bir süre sonra bir bakıyorsunuz sizin de diliniz alışmış ve hatta kullanmaya başlamışsınız bile…

İşte ilk geldiğimiz günden itibaren karşılaştığım ve bir kenara not aldığım favori Güney Afrika ifadelerden birkaçı:

  1. Howzit?:  (Telaffuz edilişi: [houz zit])

Güney Afrika’da duyacağınız en yaygın ifadelerden biri; “howzit?!”

Howzit, “merhaba” ve/veya “nasıl gidiyor?” anlamına gelen yaygın bir selamlama şekli… Yani bu terim anlaşılması zor bir şey değil tabii ki ama ilk duyduğunuzda kulağa farklı geliyor. Ben “Howzit?” sorunu ilk kez havalanında pasaport kontrolü sırasında evraklarımızı uzattığım memurdan duymuştum. Şimdi ben de kullanmaya başladım ve favorim oldu!

2. “Shaaame” : (Telaffuz edilişi: [sheeeymm])

Tamam bu kelime her yerde kullanılıyor. Ayıp, yazık, günah gibi bir anlamı var. Şu ana kadar “shame” kelimesinin hep biri için üzüldüğünde kullanıldığını duymuştum. Ama Güney Afrika’daki kullanımı çok bağlamsal! Şöyle ki; Güney Afrikalılar bir kişinin talihsizliğine veya herhangi bir şeyin sevimliliğine sempati duymak için “shame” kelimesini kullanıyorlar. Yani biri için üzüldüklerinde de “Shaaame” diyebiliyorlar, sevimli bir köpek yavrusu gördüklerinde de “Shaaame” diyebiliyorlar. Bazen hangi bağlamda kullandıklarını yakalamak konuşma sırasında kafa karıştırıcı olabiliyor…

3. “Robot” : (Telaffuz edilişi [roh-bot])

İngilizce “traffic light” yani “trafik ışığı” yerine “robot” kelimesini kullandıklarını ilk duyduğumda araba kullanıyordum. Trafik tersten aktığı, yani direksiyon sol tarafta değil de sağ tarafta olduğu için zaten nevrim şaşmış bir şekilde ilerlerken yanımda oturan Güney Afrikalı arkadaşım “…üçüncü robottan sola döneceksin” dediğinde anlamayarak sadece “robot?” diyebildim ama o benim ne demek istediğini bildiğimi varsayarak konuşmasına devam ettiği için sözünü kesip sormak da istemedim. O konuşurken merakım içimi kemirmeye devam ediyordu. İkinci trafik ışıklarını geçip üçüncü ışıklara yaklaşırken yeniden “robottan sola” döneceksin dediğinde, trafik ışıklarından bahsettiğini anladım. Sezgilerimi “…yani trafik ışığını mı kastediyorsun?”diyerek onunla doğrulamaya karar verdim:) ve haklı olduğumu onayladı. Tabii sonrasında birkaç dakika güldük…

4. “Braai”: (Telaffuz edilişi [br-eye])

Braai etin kömürde pişirildiği açık hava ‘barbekü’ için yaygın olarak kullanılan bir isim ve aynı zamanda bir fiil. Fill çünkü “braai” Güney Afrika’da popüler bir sosyal etkinlik ve hatta Ulusal Braai Günü olarak bilinen ve her yıl 24 Eylül’de kutlanan “Heritage Day” ile aynı zamana denk gelen kendi özel resmi tatiline sahip.

5.“Now”/ “Just Now”/ “Now Now”:

Bu terimler çok sık kullanılmasına rağmen hala kafamı karıştırıyor. Güney Afrikalıların “şimdi” kelimesiyle ilişkileri oldukça karmaşık. Çünkü bu kelimelerin hepsi temelde, ve her zaman gerçek olan “Güney Afrika Saati” kavramıyla ilgili 🙂

Now (Şimdi), Just Now (Hemen şimdi) ve Now now (Acilen şimdi) hepsinin farklı anlamları var. İngilizce bilgimize göre tüm bu kelimeler için hemen hemen aynı anlama sahiptir diyebiliriz ama söz konusu Güney Afrika ise burada biraz durmak gerekiyor. Çünkü burada “Şimdi”nin üç farklı biçimi var ve bir yabancı olarak bu anlamları bilmiyorsanız hüsrana uğramanız mümkün!

Aşağıda tek tek açıklamaya çalıştım ama büyük ihtimalle yine de karışık ve anlaşılmaz bulacaksınız;

  • Now( Şimdi) = Belki

Güney Afrika dünyasında “now”, yani “şimdi” kelimesi “belki” anlamına gelir. Bir Güney Afrikalı size bir şeyi “şimdi” getireceğini söylediğinde, bu birkaç saat içinde, gelecek hafta, hatta dürüst olmak gerekirse asla anlamına bile gelebilir. Afrika’nın kendi zaman akışı ve kendine has bir saati var. Telaş yok, her şey yavaş… Arabistan da yavaş olduğu zamanlar oluyor. Eğer siz de benim gibi tez canlı biriyseniz şimdinin belki olduğunu bilmek biraz hayal kırıklığı yaratabilir… Olduğu gibi kabul etmek, beklentileri düşürmek lazım.

  • Just Now (Hemen Şimdi) =  Daha Sonra

Kabaca önümüzdeki 1 – 3 saat içinde diyebiliriz. Bu terim “daha sonra” anlamına gelir. Biri size isteğinize hemen şimdi ulaşacağını söylediğinde, hemen olmasını beklemeyin. “Şimdi”’den  daha hızlı sıralansa da, ihtiyacınız olanı elde etmek yine de biraz zaman alacaktır.

  • Now Now (Acilen Şimdi) = Yakında

Tahmin edersiniz ki “şimdi”nin üçüncü ve son tekrarı bile bizim bildiğimiz şimdi anlamına gelmiyor. Güney Afrika’lı biri “Şimdi acilen yapacağım”diyorsa bu; “Mümkün olan en kısa sürede yapacağım” anlamına gelir. Sanırım tüm “şimdi”ler arasında duyacağınız en iyi şimdi “now now” olabilir.

Kısa bir özetle; bir Güney Afrikalı size “şimdi” derse, bu kişinin gerçekten kastettiği şey “belki” ya da “daha sonradır”, ama kesinlikle “şimdi” değildir!

Sadece Güney Afrika için değil, yeni bir ülkeye gidince o ülkeye adapte olup tadını çıkarmanın en iyi yolu öğrenirken olduğu gibi kabul edip uyum sağlamak oluyor sanırım. Daha başka bir deyişle; “şimdi” konseptinden yola çıkarsak “zaten bütün “şimdi”ler bizim ezelden beri bildiğimiz “şimdi” değilse eee o zaman dans!

Ferdinand’tan Öğrendiğim 5 Şey

New York’ta yaşadığımız dönemdi… Büyük oğlumu yeni kucağıma almıştım. Hamileliğim boyunca Columbia Üniversitesi Teachers College’tan dersler alıyordum. Doğumdan sonra da derslere devam ettim. Dersleri kaçırmak istemiyordum. Çünkü dersler öyle öğretici ve zevkli geçiyordu ki her dakikası benim için çok değerliydi.

Normal doğumun hikmeti midir nedir bilmiyorum, annem de yanımızda olduğu için doğumdan 1 hafta sonra anneme süt bırakıp derslere devam edebilmiştim. Zaten okulla evimiz arasında sadece bir sokak vardı. Derse gittiğimde tüm sınıf arkadaşlarım beni tebrik etti. Yine keyifli bir dersti. Ders sonunda ise tam sınıftan çıkarken öğretmenim Maria bana seslenip gelebilir misin anlamında bir bakış ile beni yanına çağırdı. Yanına gittiğimde çantasından bir kitap çıkardı ve bu kitabı oğluma hediye ettiğini, huzur dolu, çiçek koklayan boğa Ferdinand’ın öyküsünü oğlumun da ileride büyüyüp anlayacak yaşa geldiğinde beğeneceğini umduğunu, bu kitabın 1936 yılında yayınlandığını, Amerikan çocuk edebiyatının bir klasiği olarak kabul edildiğini ve yayınlandığından beri de asla baskıdan kaldırılmadığını anlattı. Kitabın içinde kendi el yazısıyla oğluma yazılmış bir not vardı… İçinde birinin kendi el yazısıyla bana hediye edilmiş kitaplar benim için her zaman ayrı bir değer taşır. O gün okuldan eve mutlulukla dönmüştüm. Kitabı o akşam okudum. O an çok da etkilenmedim. Güzel bir hikaye diye düşündüm. Kitap hep değerli oldu benim için ama asıl tam da Maria’nın dediği gibi büyük oğlum büyüyüp kitabı anlayacak yaşa geldiğinde etkiledi kitap beni…

Geçen sene sonuna doğruydu galiba Ferdinand sinemada gösterime girdi. Hep çocukları sinemaya götürmek istedim. Ama istanbul’daki hayat öyle koşturmacalı ki… Hafta sonu programına uymayan saatler, yol, trafik gibi değişkenlerin hepsini bir arada tutturup gidebilmek kısmet olmadı. Bir türlü programımız uymadı ve sinema gösterimden kalktı… Çok üzüldüm kaçırdığımız için. Aslına bakarsanız çocukların çok da derdi değildi de benim için özel bir yeri vardı o kitabın işte ve ben izlemek istiyordum sinemada o filmi… Her neyse olmamıştı işte ve alt tarafı bir filmdi..

Geçen hafta Türkiye’den Riyad’a taşındık. Çocukları yaşadığımız compound’ın içindeki sinemaya götüreyim dedim. Hangi filmin gösterimde olduğuna bile bakmadan gittik sinemaya. Ferdinand’ı görünce gözlerime inanamadım! Eğer bir şey kısmet olacaksa o şeyin ne zaman, nerede ve nasıl kısmet olacağını asla bilemiyor insan ve kısmet olmayacaksa da olmuyor zaten… “Kısmetinde yoksa dayak bile yiyemezsin” sözünü bu yüzden çok severim …

Munro Leaf tarafından yazılan ve Robert Lawson tarafından siyah-beyaz olarak resmedilen “Ferdinand’ın Hikayesi” kendini ringte bulduğunda bile, güreşmek yerine çiçek kokusunu tercih eden bir boğanın hikayesini anlatıyor. Kitap İspanya’da Franco yıllarında pasifist davranışı cesaretlendirdiği için yasaklanmış.  Adolf Hitler kitabın İkinci Dünya Savaşı sırasında yakılmasını emretmiş! Baktığında çocuk kitabı ama ne kadar korkutmuş insanları…

Ama Ferdinand sıradan bir boğa değil. Ferdinand, İspanya’daki en büyük ve en güçlü boğalardan. Her ne kadar sert ve korkutucu görünüyor olsa da, o sadece büyük, kibar ve sakin bir boğa. Matador onun da diğer tüm boğalar gibi dövüşmesini istiyor ama o bununla ilgilenmiyor. Boğa güreşinde en iyi boğa olmak için gerekli fiziksel tüm özelliklere sahip olmasına rağmen, Ferdinand’ın tek ilgilendiği en sevdiği ağacın altında oturmak, takılmak ve çiçekleri koklamak…

Kitaptaki anlatım ile film arasında tabii ki farklar var. Ama genel olarak hikaye böyle…Çocuk filmlerindeki sade ve basit derslere bayılan biri olarak Ferdinand’tan ne öğrendin derseniz?!

  1. İstanbul’da izleyemediğim filmi Riyad’a geldiğimin ilk haftası izlediysem ilk mesaj “Bir şeyi çok isteyince mutlaka oluyor! Dileklerini gönülden dilemeye devam et!” olsun 🙂
  2. Toplumdan baskı aldığında, Ferdinand gibi ol: İnsanların senden beklediği klişelere uymak zorunda değilsin! Toplumun bir boğa olarak ondan beklediklerini yapmıyor Ferdinand…
  3. Kendin için doğru olanı bul: Her zaman uymak ve herkes gibi olmak zorunda değilsin! Kendine dürüst ol ve kendi yolunu bul… Farklı olmak zordur ama kendi yolundur…
  4. İnsanları olduğu gibi kabul et, huylarıyla sev: Ferdinand bir boğa da olsa huyu diğer boğalar gibi değil. Ferdinand’ı şiddetli ve korkunç bir dövüşçü boğaya dönüştürmeye çalıştıkları sürece, başarısız olurlar.
  5. Basit şeylerde mutluluğu bulmak;  Dünyanın en mutlu insanlarının basit şeylerde mutluluğu bulduğuna inanıyorum. Ferdinand gibi ağacın altında oturup mutluluğu çiçekleri koklamakta bulmak yetmeli insana…

Dijital Topuklar Bu Sene Yine Zirvedeydi! #dijitaltopuklar2017

Geçen sene Dijital Topuklar’a gidememiştim. Çünkü Amerika sonrası iş hayatına yeniden başlamış biri olarak henüz keyfi olarak kullanabileceğim yıllık izinlerim yoktu… Ama bu sene… Tabii ki kaçmazdı! Yıllık izin dediğin neydi ki… İllaki de tatil için kullanılmak zorunda değildi ya, ve ben de 1 Kasım için Biletix’de biletler satışa çıktığı gibi hemen adım biletimi…

İçerik o kadar zengin, konuşmacıların her biri o kadar renkli kişilerdi ki burada tüm akışı ve tüm konuşmacıları anlatmam imkansız… Zaten bunu denemeye kalksam da onlara çok büyük haksızlık yapmış olurum. Çünkü eksik kalır…

Ben bu yazıyla o gün beni en çok etkileyen konulara değinerek, Zirve’nin sadece kendime ait #hottopic bölümlerini sizinle paylaşmak istiyorum. Öyle ilham verici hikayeler dinledik ki o gün salonda, eminim benim gibi pek çok kişinin de kendi gündem maddesini oluşturacak bir listesi olmuştur.

İçerik Kraliçedir…

“İçerik Kraliçedir” Dijital Topuklar’daki temalardan ilkiydi… Çok sevdiğim Esra Sert’in moderatörlüğündeki panelde, konuşmacılardan Hthayat.com’ın Yayın Direktörü Damla Çeliktaban Hthayat’da yayınlanan yazılardaki geri bildirimlere dayanarak en çok etkileşim ve yorum alan içeriklerden bazılarını sıraladı. Bunlardan en ilgilimi çekeni herhangi bir konuda söylendiğimiz, şikayet ettiğimiz yazıların çok tuttuğu oldu! Trafikle ilgili delirdiği bir anda yazdığı yazının en çok okunan ve yorum alan yazı olduğundan bahsetti. Oysa kendi adıma, ben bir şeylerden söylenirken yazdığım yazılar için insanlar okurken bunalıcak kesin diye düşürüm hep, meğerse en çok okunan yazılardan biri oluyormuş… Başka bir konu ise hafta hafta hamilelik yazılarıymış… Buna da çok şaşırdım çünkü internette bu konuyla ilgili sonsuz bilgi varken halen en çok ilgi çeken konulardan biri olması çok enteresan geldi bana…

Damla Çeliktaban’ın panel sırasında söylediği bir söze ise tüm kalbimle katlıyorum. “Bakış açısız içerik sossuz bir salata gibidir.” dedi ve ben bu lafa bayıldım! Gerçekten herkes birbirine çok benzer, hatta birbirinin aynı şeyleri yaşadığı halde sadece birileri öne çıkıyorsa bu da o kişilerin olaylara herkesten farklı bir prespektiften bakabilmeyi yakalamasından geçiyor bence de… Aynı @hihieved Hande Birsay’ın paylaşımları gibi… İşte “paylaşılası içerik” tam da bu oluyor… Panel sırasında Hande Birsay’ın olaylara farklı bakış açısı sadece annelik klişelerini yıkmakla kalmadı bizi de gülmekten yerlere yatırdı 🙂 Yeni kitabı ve pozitif ışığı ile yolu açık olsun,  onun hiciv aynasıyla hepimiz anneliğimizin kör noktalarını aydınlatıyoruz…

#beniseviyorum

Bu bölüm sadece 10 dakikalık bir atölye idi… Daha önce de bir seminerine katılma şansı bulduğum Uzman Psikolog Nilüfer Devecigil’ in içimize dokunduğu 10 dakikalık konuşması beni en çok etkileyen bölümlerden biriydi… Amerika’daki öğrencilik yıllarında kendini sevmek konusuyla ilgili ödevini hazırlaması ile ilgili bir anısını anlattı bize Nilüfer Devecigil. Bu sırada dediği bir cümle kalbime çok dokundu. Teslim ettiği ödevi öğretmeni tekrar değerlendirmesi için ona geri verince kendi kendine “bir kendini sevme işini bile beceremedin” demiş göz yaşları içinde… Bu cümle hayatı sorgulatır insana bence… Konuşma sırasında bir ara Nilüfer Hanım tüm katılımcılardan gözlerini kapatarak bir ellerini kalplerine götürmelerini istedi. Hepimiz gözlerimizi kapadık ve dış etkenlerden kendimizi soyutlayarak belki de hiç farkında olmadığımız ama ihtiyacımız olan iç şefkati o bir kaç dakika içinde kendimize vermenin ne demek olduğunu anlamaya çalıştık. Kendini sevmek için en önce yapmamız gereken şeyin kendimize karşı tutumumuz olduğunu anladım o 10 dakikalık konuşmada… Kendine karşı “özşefkat” tutumu…

Paylaştıklarından Sorumlusun!

Hepimiz sosyal medyada paylaştıklarımızdan sorumluyuz elbette… Buna en güzel örneğini www.bizevdeyokuz.com blogunun yazarı Duygu Şar başlarına gelen bir olayı anlatarak verdi. Duygu Şar simitçi Metin’in Ferrari’ye binme hayalini gerçekleştirmek için uğraştıkları hikayesini anlatırken Youtube’ta yayınlanan Metin’in Ferrarideki sevinçli hallerinin olduğu videonun başka yerlerde de yayınlanarak altına yazılan kötü yorumlarla nasıl mücadele ettiklerini ve canlarının nasıl sıkıldığını, Metin’in yaşadığı üzüntüye sebep olmalarının verdiği can sıkıcı durumdan bahsetti.

İnsanların nasıl sosyal medya fenomeni olduğu konusu konuşulurken moderatör gazeteci Özlem Gürses’in “fenomen” ve “influencer” arasındaki ayrımı yaptığı açıklamaya ise bayıldım. Özlem Gürses “fenomen” in daha çok şöhret olma kaygısıyla öne çıktığını “influencer”ın ise bu kaygıdan uzak biraz daha liderlik eder bir tarzı olduğu yönünde çok güzel bir açıklama yaptı. Keşke söylediklerini onun cümleleriyle daha uzun not alsaymışım.

#YazanKızlarKardeştir

İclal Aydın’ı hep çok seven biri olarak konuşmasını nefes almadan dinledim diyebilirim. İclal Aydın kendisi ile ilgili herkese göre farklı olan kimliğinden bahsederek başladı konuşmasına. Çünkü o kimine göre yazar, kimine göre televizyoncu, kimine göre aktrist, kimine göre ise bir “ünlü” idi… Kendi hayatındaki kesitlerden pek çok hikayeyi anlatırken anlattıklarını birbirine öyle ustalıkla bağladı ki yakın bir kız arkadaşımı dinliyormuş gibi dinledim onu…. Bir “ünlü” olarak sosyal medyadaki varlığının değişim hikayesini ve bu değişimin içerisinde oluşturduğu dijital kız kardeşlik bağlarından bahsetti…

Girişimci Dijital Kadınların Yol Haritası

Benim için zirvenin kesinlikle en ilham verici hikayelerden biri hiç şüphe yok ki www.armut.com’un yaratıcısı Başak Taşpınar’ın hikayesiydi… New York’ta yaşarlarken eşine gelen güzel bir iş teklifi ile Türkiye’ye dönüş yapıyorlar. Döndükleri zaman eve yerleşme sırasında boyacı arama, usta bulma vs. gibi konularda yaşadığı sıkıntılar sırasında bu işlerin daha kolay olabileceği fikri yani Armut’un temelleri orada doğuyor. Ama bu sırada kurumsal bir yerde çalışmaya başladığı için bu planını hayata geçirmeyi erteliyor. Asıl hikaye ise bir gece oğlunun rahatsızlanıp onu hastaneye götürmeleri ile başlıyor. Hastanedeyken kendi kendine “Ben ne yapıyorum” diye sorguladığını söylüyor. “Hayat çok kısaydı ve hayallerimin peşinden gitmiyordum.” diye düşünmüş… Ertesi gün ise istifasını vererek taşınma esnasında oluşan fikir üzerinde çalışmaya başlamış ve bugün www.armut.com yaklaşık 80 çalışanıyla 5 ayrı ülkede lansmanını yapalan büyük site… Bence gerçek bir başarı hikayesi!

Dove Özgüven Projesi ve Beden Olumlama Hareketi

Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Bu panelin moderatörü Ayşe Arman’dı ve ben hayatımda ilk defa Ayşe Arman’ı canlı olarak dinleme ve görme fırsatı yakaladım. Ama sorun peki Ayşe Arman’la fotoğraf çektirebildim mi? Tabiiki hayır! Yerimize oturmuş panelin başlamasını beklerken sahnenin yanındaki kalabalık dikkatimi çekip bakınca anladım ki herkes bu çok güzel ve gösterişli kadınla fotoğraf çektiriyordu ve panelin başlamasına sadece 5 dakika kalmıştı… Yani çok geçti…  Oturduğum yerden çıkmam zaten 5 dakika alırdı… Yanımdaki arkadaşıma dedim ki “Esra ne yapıp ne edip Ayşe Arman’la bir fotoğraf çektirmek istiyorum ben!” ama yok panel sonrasında etrafta göremedik onu… Neyse bir dahaki sefere bahane olur işte değil mi 🙂

Ayşe Arman lise yıllarımdan beri takip ettiğim, hatta çok beğendiğim yazılarını kesip bir deftere yapıştırarak sakladığım, cesaretine hayran kaldığım bir kadın. Gerçekten de farklı bir tarzı var. Öncelikle çok rahat, sanki böyle hiçbir şeye kasmıyor, hiçbir kaygısı yok. Neyse bayılıyorum yani kendisine yeterince anlaşıldı bu kısım herhalde 🙂 Ayşe Arman’ın Beden Olumlama Hareketi’nin kurucusu Aybala Arslantürk ile yaptığı söyleşi oldukça ilgili çekiciydi. Aybala Arslantürk daha lise zamanlarında burnuyla ilgili kendisine yapılan “beden aşağılaması” ile başlayan ve yetişkinlik zamanlarında yaşadığı bir depresyon sonrasu aldığı 25 kilo ile devam ettiği hikayesini tüm samimiyeti ve sadeliğiyle aktardı bizlere… Bence gerçekten bütün salonu etkiledi. En azından ben kendi adıma gerçekten etkilendim onun hikayesinden… 1.75cm. boyunda biri olarak orta okul, lise yıllarımdan beri sürekli boyum hakkında yapılan konuşmalar geldi aklıma, ya da bu yönde takılan lakaplar… Aybala’yı dinlemeden önce bunları hiç “beden aşağılaması” olarak adlandırmayı düşünmezdim… Aybala Arslantürk başkalarının bedenleri ile ilgili yorum yapmamak ve sana yapıldığında ise buna izin vermemek hakkında konuştu. “Beden kabulü, beden nötrlüğü ve özkabul” kavramlarını da o gün belki hayatımda ilk defa duydum ya da ilk defa dikkatimi çeken kavramlar oldu. Beden Olumlama Hareketi ile kadınların bedenleri üzerine söylenen sözlerin tamamını reddediyor.

Z Kuşağına Hitap Etmenin İncelikleri

Benim merakla beklediğim başlıklardan biriydi bu… Özellikle Elif Instagram’dan Tülin Kozikoğlu’nun da katılacağını duyurduğu andan itibaren sabırsızlıkla bekliyordum bunu… Çünkü kendisinin kitaplarını sadece çocuklar değil ben de keyifle okuyorum… Ayrıca karikatürist Erdil Yaşaroğlu’nun tatlı sohbeti ile Fide Okulları’nın kurucusu Ali Koç’un samimi halleri birleşince belki de en çok güldüğümüz, güldürürken de düşündüren, neşeli panel bu panel oldu.

Dijital dünyada çocukların da katılım hakkı olduğundan bahsedilirken yasaklamak yerine yönlendirmemiz gerektiğine değinildi. Hatta Bilgi Üniversite’si Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Esra Ercan Bilgiç çocukların tablette oynadıkları oyunları anne babalarıyla birlikte oynamalarının yasaklamaktan daha pozitif bir etki yaptığına değindi. Bu benim için imkansız bir şey çünkü öncelikli olarak ben o oyunlardan hiç keyif almıyorum. Kimse benden bunu beklemesin valla… Diğer yandan Ali Koç’un dediği gibi aklımızda yetmiyor ki bizim onların oynadığı oyunlara…

Tulin Kozikoğlu aslında önce Zirve’ye katılmak istemediğini, bir çekince yaşadığını ve sonra kendi kendine bu çekingenliğin altında yatan nedeni sorgulamaya başladığında nedeninin seyircilerin elleride bulundurdukları, parmaklarının ucundaki sosyal medya gücü olduğunu fark ettiğinden bahsetti. Çünkü sosyal medya ile o gün sadece o Zirve’de bulunan kişiler değil tüm Türkiye burada kendisi hakkımda yapılan olumsuz bir yorumu da görüyor olacak diye tedirgin olmuş. Buradan da çocukların üzerindeki “dijital baskı”ya değindi ki bu bakış açısı bana oğlumu düşündürerek oldukça dokundu. Kendi çocukluk yıllarında bir şeyi yanlış yaptıklarında bunun sadece öğretmen, veli ve çocuk arasında kaldığını ama şimdiki zamanda çocukların başına gelen herhangi bir olayın ya da yaptıkları bir hatanın bir anda veli whats app grupları, sosyal medya gibi mecralar ile herkese yansıyabileceğini ve herkesin öğrenip duyma olasılığının yüksek olduğuna değindi. Bu benim daha önce hiç düşünmediğim bir konuydu. Gerçekten “mahalle baskısı” dediğimiz şey dijital hayatla birlikte ucsuz bucaksız bir “dijital” baskıya dönüşmekte belki de…

Koskoca dopdolu bir günden kendime aldığım notların özeti böyle diyebiliriz.  Arada müzik dinletileri, Bilgi Üniversitesi öğrencileri ile yapılan sokak röportajları da oldukça göz dolduruyordu.

Dijital Topuklar bana o gün kendimi özgür hissettirdi… İçim umut doldu… Başarılı ve güçlü kadınlar görmek ilham verdi… 3 güçlü kadının neler yaptığına şahit olmak da ayrı bir tecrübeydi…

Bu arada daha önce yüzyüze tanışma şansı bulamadığım ama Instagram sayesinde tanışık olduğum pek çok kişiyle de yüzyüze tanışma şansı yakaladım. Ayrıca çok severek takip ettiğim blogger annelere gittim sarıldım 🙂 Tesadüfen o gün orada olan arkadaşlarımla karşılaştım, çok mutlu oldum. Yakın arkadaşım Esra’nın son dakika bilet alıp benimle etkinliğe gemesi ise zaten kendi başına bir bonustu!

Akşam eve gittiğimde ben bile yorgundum… Sonra Elif ve Peri’yi düşündüm… Kimbilir şu an nasıl tatlı bir yorgunluk yaşıyorlardır diye geçirdim içimden… Her ikisinin de emeklerine sağlık… Bize böyle bir şans sundukları, bu kadar keyifli ve zengin bir gün yaşattıkları için tüm Dijital Topuklar ekibine sonsuz teşekkürler….

Seneye 1 Kasım’da yine gelecek ben…

#dijitaltopuklar

Bu 19 Mayıs’ta Siz de Gençlere Umut Olun!

Yıl 2003, aylardan Aralık ayı… Yaş 25, daha bir kaç gün önce evlenmişiz… Aralık ortasında evlendiğimiz için lapa lapa karlar yağmış düğünümüzde… Biz o kadar mutluyuz, o kadar genciz ki hiçbir şey umurumuzda değil… Ben daha 6 ay önce İngiltere’den Türkiye’ye geri dönmüşüm. Devrim ise Türk Eğitim Vakfı (TEV) ile Alman Akademik Değişim (DAAD) servisinin müşterek olarak verdiği master bursuna hak kazanalı bir sene olmuş, Almanya’da yüksek lisans yapıyor ve bir senesi daha var… Hemen düğünün ertesi günü kimlik, pasaport ne varsa değiştirip yeni soyadımla Almanya oturum vizesi için başvurmuşuz… Devrim’in okulu Noel tatilinde, ve bir kaç gün sonra okulu açılacağı için hemen Almanya’ya dönmek istiyoruz… TEV verdiği öğrenim bursu ile Devrim’in hayallerine ve onun vesilesi ile benim de artık dahil olduğum bir geleceğe umut olmuş…

TEV’in 19 Mayıs için hazırlanan “Büyüklere Hitabe” videosunu seyrederken bir yandan da aklımdan bunlar geçiyordu… Bu sebeptendir ki hem TEV ile hem de Almanya ile ayrı bir gönül bağım vardır benim… Videoyu izlerken 14 yıl önceye gittim. Türkiye’nin en köklü vakıflarından olan TEV aynı hazırlanan klipte dediği gibi Türkiye’nin geleceği olan gençlerin hayallerine, umutlarına ve eğitimine sahip çıkma yolculuğunda hep onların yanında yer alıyor ve alacak… İnsana ve eğitime yapılan yatırımın en büyük yatırım olduğunun, bir ülkenin geleceğinin yarınının gençleri olduğunun bilincinde olan kurum merhum Vehbi Koç’un önderliğinde eğitime gönül vermis 205 hayırsever tarafından kurulmuş. TEV’in tek kaynağı bağışlar. Ülkemize karşı hepimizin sorumluluğu var. Bu dünyayı daha iyi bir yere ancak eğitimin getireceğine inanıyorum. İnsanlığa katkı sağlayacak gençler de güçlü bir eğitim sisteminden geçiyor.

Bugün 19 Mayıs, bu anlamlı günde ve TEV 50. yılını kutlarken haydi biz de küçük de olsa Türk Eğitim Vakfı’na destek olalım! Evimizde oturduğumuz yerden belki asla ulaşamayacağımız birinin hayallerine kavuşmasına katkımız olabilir… Sadece cep telefonunuzu elinize alıp TEV yazıp, 6717’ye göndererek TEV’e 10 TL. bağışta bulanarak destek olabilirsiniz.

Unutmayın hayatınızda neye yatırım yapacağınız hayatınızı değiştirir ve eğitime yapılan yatırım geleceğe dönüşür… #umutegitimde

Psikolog Nilüfer Devecigil Rehberliğinde Bağlanma Yapılarımız- Seminer Notlarım-

Bundan bir kaç hafta önceydi… Nilüfer Devecigil’in “Işığın Yolu” kitabını yeni bitirmiş, kitapta sözü geçen bağlanma çeşitleriyle ilgili youtube’tan bulduğum videoları izleyerek konuyu daha da bir anlamaya çalışıyordum. Sonra geçtiğimiz hafta Instragram’da AnneSIRLARI Gülderen Murteza’nın sayfasında HT Hayat tarafından düzenlenen Nilüfer Devecigil’in seminerine Annesirlari’nın davetlisi olarak katılmak için olan post’u gördüm.  Hafta içi 8 -5 arası çalışan biri olarak seminerin hafta içi sabah 11:30’da başladığını görmek biraz moralimi bozsa da “aman nasıl olsa bana çıkmaz” düşüncesiyle çekilişe katıldım ve BİNGOO! Bana çıktı!!!! Acayip mutlu oldum tabii ve iş yerinden yıllık iznimi kullanarak bu seminere katıldım. Seminer 11 Mayıs Perşembe günüydü ama iş güç derken seminer notlarımı derlemek 1 haftamı aldı…

Nilüfer Devecigil’i HT Hayat’taki Doğal Ebeveynlik yazılarından takip ediyordum ama ilk defa bir seminerine katılma şansını yakaladım. Seminerden önce kitabını okumuş olmak, seminerde konuşulan pek çok şeyi kafamda daha da anlaşılır kıldı.

“Işığın Yolu” kitabı bir bağlanma hikayesi… Kitaptaki ana karakter Ayşenur kendisinin karakteri olduğunu sandığı, değişmez olarak düşündüğü özelliklerin aslında onun annesiyle bağlanma şeklinden kaynaklı olduğunu eşi Michael ile ilişkileri sırasında anlıyor. Kızları Işık’ın doğumuyla birlikte ise başka bir yolculuk başlıyor onun için… Kızıyla olan ilişkisinde geçmişten anlam çıkararak kendisini çözmeye çalışırken kendi annesiyle bağlanma şekli ona bu yolculukta ışık oluyor… Geriye dönüp annesini yargılamadan, ilişkilerini olduğu gibi kabullenerek görmeye başladığı anda geçmişin yaralarını da sarmaya başlıyor aslında… Bu farkındalık ona annesiyle, kızıyla, eşiyle ilişkisini yine ilişki içinde kalarak iyileştirmeyi öğretiyor…

Bebeklikteki Davranış Stratejim-> Yetişkin İlişki Stratejim

  • Notlarımı seminerin birebir özetinden ziyade seminerden bana kalanlar şeklinde paylaşmak istiyorum. Bu sebeple de aktarmaya tersten başlayacağım. Çünkü Nilüfer Devecigil’in de dediği gibi “geçmişten anlam çıkarttıkça bugünü değiştirebiliyorum”.  Her şeyin çıkış noktası bizim kendi ebeveynlerimizle olan ilişkimizde yatıyor. Yani çocuğumuzla bizim nasıl bağlandığımızı anlamak için aslında ilk önce bizim kendi anne-babamızla nasıl bağlandığımızı anlamamız gerekiyor…
  • Buradan hareketle çocuğun davranışları aslında buzdağının görünen yüzü ve biz çocukları bu görünen yüze bakarak yargılıyoruz. Davranış görünen kısım, görünmeyen ve davranışı değiştirmek için asıl uğraşmamız gereken kısım ise bağlantılarımız… Bu bağlantıların yapı taşı teorik anlatımıyla hücre arasında iletişimi sağlayan kimyasallar yani nörotransmitterler. Sinir sistemindeki sinyaller bu kimyasal taşıyıcılar yardımıyla iletiliyor.
  • Bu kimyasallar taa hamilelik döneminde çocuğun gelişimi için söz sahibi olmaya başlıyor… Eğer anne hamilelik sürecinde stresli bir dönem geçirdiyse, mesela bir yakınını kaybettiyse bebeğin kortizol seviyesi yüksek oluyor ve bu beyinde olumsuz etki yapıyor. Oyun terapisinin duayeni Byron Norton sezaryenin doğumun da bir travma olabileceğini söylüyor. Annenin sezaryene girerken neler hissettiği, nasıl bir stres yaşadığı önemli… Anne karnında yaşanan stres, doğumda yaşanan sorunlar ve bazen mecbur kalınan tıbbi müdahaleler, prematüre doğan çocuklardaki hastane dönemi sinir sistemi üzerine olumsuz etki edip bebeğin strese dair nörotransmitterlerini yukarı çekebiliyor.
  • Bu noktada Nilüfer Devecigil serotonin azlığı ve çokluğunun %80 oranında ebeveyn- çocuk ilişkisine bağlı olduğundan bahsetti. Serotonin insanda mutluluk, canlılık ve zindelik hissi veren bir nörotransmitter. Eksikliğinde depresif, yorgun, sıkılgan bir ruh hali görülüyor. Çocuğun kortizol seviyesi yüksekse çocuk düştüğü zaman acıyı hissetmez. Ve kortizol seviyesi yüksek olan çocukta davranış sorunu yaşarız. Çocuğun kortizol seviyesini makul seviyede tutmak onun kendini güvende hissetmesini ve beynin sağlıklı çalışması için önemli.
  • İhlal edilen çocuğa verilen mesaj “seni sevmiyorum”, ihmal edilen çocuğa verilen mesajsa “sen yoksun”. İhmalin yarattığı travmanın etkisi çok büyük!  Nilüfer Hanım “ihlal” ve “ihmal” kavramlarını kitabında şöyle açıklamış; “Çocuğa fiziksel ya da psikolojik olarak kötü davranılması, istismar edilmesi ihlaldir. İhmal ise çocuğa bakmakla yükümlü kimsenin, çocuğun gelişimi için gerekli duygusal ihtiyaçları karşılamaması ya da bu ihtiyaçları dikkate almamasıdır.”
  • Sanırım konuşulanlar hepimizin yüzünde endişe ve kaygı yarattı ki Nilüfer Hanım “İyi haber var!” deyip buraya kadar konuşulanların bir kader olmadığından bahsetti. Hiç kimse kaderinin, genlerinin ya da geçmişte yaşanılanların kurbanı değil! Hepimiz ilişki içerisinde “evet”lerin verilmesi ile öz değerde değişim sağlayabiliriz. İlişkinin içerisinde göz teması, dokunma, ses tonu, şefkat gibi kanallarla verilen “seninle olmaktan mutluyum” mesajı seratonini arttırılarak iyileşmeyi sağlar. Aynı şekilde beyinde salgılanan ve sakinleştirici serotonin gibi “mutluluk hormonu” olarak anılan dopamin sinir hücreleri arasında iletişimi sağlıyor ve beyin fonksiyonu direkt olarak etkiliyor. Dopamin seviyesi düştüğünde zihinsel fonksiyonlarda sorunlar oluşuyor. Mesela dopamin azlığında titreme, Parkinson hastalığı baş gösterirken fazlası şizofreni, hiperaktiviteye neden olabiliyor. Bu anlamda benim çocuğuma verdiğim ilgi, şefkat, dokunma, ilişki şeklim çocuğun beyin yapısını direkt olarak değiştiriyor…

Bağlanma Döngüsü

Bağlanma süreci bir döngü. Bu döngü ilk etapta bir ihtiyaç ile başlıyor (acıkma, üşüme, sıkılma, korkma vs.). Bebek bu ihtiyacı dışa vurmak için ses çıkarıyor (ağlama, huysuzlanma vs.). Bebeğin ihtiyacı karşılanırsa rahatlama sağlanıyor. İlk iki yıl boyunca yüz binlerce kez bebeğimizi kucağımıza alıp regüle ediyoruz, dokunuyoruz, severek, rahatlatıyoruz…. Bu döngü çok uzun bir zaman… Bu döngü sağlıklı olduğunda bebekte güvenli bağlanma sağlanıyor.

Bebek ihtiyacını ses ile dile getiriyor. İhtiyaç karşılanmazsa bebekte sempatikler devreye giriyor. Sempatik aktive olduğunda kalp atışı artıyor ve sistem yavaşlamaya başlıyor. Tersine regüle etmek yani rahatlatmak için parasempatik devreye giriyor. Çünkü bebeğin öz-regülasyon sistemi henüz yok. İhtiyaçlar karşılanmadığında bebeğe giden mesaj “sesimin ebeveyn için anlamı yok. Hayatta kalma mekanizmam= Agresyon ve manipülasyon”

İhtiyaçlar Karşılanmadığında Ne Oluyor?

İhtiyaçlar karşılanmadığında;

  • 2-3 yaş arasında davranış regülasyon sorunları
  • 4-6 yaş arasında dikkat/hiperaktivite sorunları
  • 8-10 yaş arasında depresyon, anksiyete
  • 12 yaş üzerinde bipolar bozukluk denilen maniden depresyona kadar uzanan ruh halindeki aşırı değişiklikler ortaya çıkabiliyor…

İhtiyaçları Nasıl Karşılayacağız?

Çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak için öncelikle çocukla ilişki içerisinde kalarak “ne yemiyor, hangi aktivitelere reaksiyon gösteriyor, öpünce siliyor, kendini arkaya atıyor, korkuyorum diyor, sarılınca geri çekiyor” gibi duygu ve hareketlerini gözlemleyeceğiz. Çocuğumuzla ilişkide kalarak gerçek anlamda çocuğumuzla sadece o anı yaşayarak (mindfulness), sesimizin tonu, şefkat , dokunma ve sevgi ile kalmamız gerekiyor. İlişkide iyileşme en iyisi. İlişki bir alış-veriş durumu. Çocukla olan ilişkide özellikle ilk yıllar hep veriyoruz. Nilüfer Hanım seminer sırasında bir kaç kez “bir çocuk yetiştirmek için bir köy gerekir.” sözünü tekrar etti. Bu anlamda çocuğun ihtiyaçlarının sadece ebeveynler tarafından değil, onun etrafındaki aile büyükleri, bakıcı gibi diğer ilişkide olduğu kişiler tarafından sağlanması da önemli…

  1. Yılın işi -> Güven
  2. Yılın işi -> Sen benimsin, ben seninim.
  3. Yılın işi -> Gözlerinde şefkati görmek istiyorum.
  4. Yılın işi-> Aynı mıyız? Annem gibi, babam gibi olmak istiyorum.
  5. Yılın işi-> Aynı mıyız? Sana kalbimi verdim.
  6. Yılın işi-> Sırlarımı da sana veriyorum.

Çocukla ebeveyn arasındaki güvenli bağlanmanın temelinde bebeğin/çocuğun ihtiyacını şefkat ve sevgi ile karşılanmak yatıyor. Hani derler ya “ağlar ağlar susar” diye aslında “ağlar ağlar sinyal vermeyi bırakır, alışmaz”. Çocuğun sinyal vermeyi bırakması ilişkilerdeki kopukluğa giden yol demek oluyor…

  • İlk yılın işi GÜVEN duygusunu sağlamak. Güven + Emniyet = ÖZ GÜVEN
  • Çocuk güvenmeden kontrolü bırakmıyor, ve kendisinin değerli olduğunu fark ettikçe öz güven oluşuyor.
  • Bebekliğin ilk yıllarında regülasyon sistemi sadece anne babadan öğreniliyor. Bu yüzden de ilk yıllarda bebek her ağladığında onu kucağa alıp rahatlatmak oldukça önemli. Bebeklerin ilk 10-11 ay öz-regülasyon kapasiteleri yok, ebeveynden ödünç alıyorlar. Dokunuşlar beynin kimyasına destek oluyor.
  • İlk yıl bebeğimize güven duygusunu verebilmek için bebeğimizin sinyallerini iyi okuyabilmek gerekiyor. Aslında bu her yaş döneminde böyle… Aynı bir dedektif gibi çocuğumuzu gözlemlemeye başladığımızda onun sinyallerini daha iyi okumaya başlıyoruz.

Bebek Bağlanması ve Bağlanma Stilleri…

Bowlby’nin “Duygusal Bağlanma Kuramı”nı anlayabilmemiz için Nilüfer Hanım bize konuyla ilgili yapılan deney videolarını izletti ve sonra üzerine konuştuk.  Videolarda temelde olan olay şuydu;  11-17 aylık bir çocuk 15-20 dakika boyunca oyun odasında annesiyle (ya da ona bakımını veren kişiyle) gözleniyordu. Bu süreçte önce anne ve çocuk odada yalnız bırakılıyordu. Çocuk odayı keşfederken anne ona katılmıyordu. Bazı videolarda önce anne odadan çıkıp çocuğun davranışlarının gözlemlendiği gibi bazı videolarda da çocuk anne ile odadayken yabancı biri odaya giriyor, anneyle selamlaşıyor ve çocuğa yaklaşıyordu.

Temeldeki konu ilk ayrılık sonrası çocuğun anne ile yeniden birleşme anındaki  hal ve tavırları… Odada yaşanan durumlara (yabancının varlığı, annenin yokluğu..vb.) çocuğun verdiği tepkilere istinaden çocuğun bağlanma şekli ortaya çıkıyor. Buna göre;

  1. Güvenli Bağlanma:

Çocuğun kendini emniyette hissettiği kişi (annesi, bakıcısı) odadan çıkınca çocuk ağlar. Ağlaması sağlıklı ve normal… Annesi odadayken oyuncaklarla oynayan çocuk annesi odadan çıkınca oyuncaklarıyla oynamayı bırakır. Çünkü kendini güvende hissetmemekte. Çok kısa bir süre sonra anne odaya döner. Kavuşma anında çocuğun hareketleri önemli.  Anneden yere çizilen işaretli noktaya kadar yürümesi ve beklemesi istenir. Anne odaya girer ve işaretli yere kadar yürür, orada bekler. Çocuk anneyi görünce kollarına açarak (kollarını açarak gelmesi önemli) ona yürür ve annenin kucağına gider. Annesinin kucağında rahatlar, sakinleşir. Bir süre sonra yine oyununa devam edebilir. Bu şekilde bağlanmış çocuğun mesajları; “ İnsanlar güvenilir. Yetişkinler ihtiyaçlarımı karşılar.” Şeklindedir. Sağlıklı bilişsel, sosyal ve davranışsal gelişim içerisindedirler.

Bebeklikte güvenli bağlanmış kişilerin yetişkin dönemlerinde ilişkilerine taşıyacağı 4 temel özellik ise;

  • Şefkat ve ilgi (bakım) vermeyi bilmek
  • Şefkat ve ilgi (bakım) almayı bilmek
  • Hem yalnız hem birlikte olabilmek. Yalnız olduğunda ve ilişki halindeyken de hayattan keyif alabilmeyi bilmek.
  • İhtiyaçlarını müzakere edebilmek

Güvenli bağlanma biçimine sahip bireyler mutlu ve öz güven sahibi olma eğilimindeler, olumlu benlik algısına sahipler. Başkalarına rahatlıkla güvenebilir, yakınlık kurabilir ve özerk olabilirler. Bu kişiler iyimserler. Bakım veren kişilerce ihtiyaçları zamanında karşılanmış ve ilgi ve şefkat görmüş oldukları için yetişkinlikte de terk edilme korkusu ve kıskançlık tepkileri düşüktür.

2. Kaçınmalı Bağlanma:

Çocuk yine kendini emniyette hissettiği kişiyle odadadır. Oyuncaklarla oynar. Anne odadan çıkınca çocuk ağlamaz, oyuncaklarla oynamaya devam eder. Dışarıdan bakıldığında çocuk gayet iyi görünmektedir. Toplumda böyle çocuklar gördüğümüzde “ne kadar bağımsız, öz güvenli” çocuk diye düşünürüz. Ama aslında bu gerçek bir bağımsızlık değil. Çocuk ihtiyaçları karşılanmadığı için sinyal vermeyi bırakmıştır. Bu deney sonrasında kaçınmalı bağlanmalı çocukların kortizol seviyelerinin çok yüksek olduğu tespit edilmiş.

Bu bağlanma stilinde olan kişiler yetişkin olduklarında ilişkilerinde güvenemiyorlar, duygularını ifade etmekten kaçıyorlar.  Duygusal olarak kapalılar. Çocukluğunun detaylarını, ilişkilerini hatırlamıyorlar. Fiziksel yakınlıktan haz etmiyorlar. Onlar için eşyalar insanlardan daha güvenli. Duygusal bağlanma gerektirmeyen her konuda çok başarılar. Ama derin duygusal bağlantı kuramıyorlar. Bakım veren kişilerce fiziksel ihtiyaçları karşılanmasına rağmen duygusal iletişimden yoksun davranışlara maruz kalmış çocuklar olduklarından “annenle ilişkin nasıldı?” sorusunda annesiyle duygusal ilişkiden bahsetmek yerine annesinin yaptıklarını anlatır.

Nilüfer Hanım bu noktada tekrar insanların kişilik özelliği, karakteri olarak bildiğimiz şeylerin aslında yaşamın ilk yıllarında oluşturduğumuz bağlanmalarımızla ilgili olduğunu ve bunlara müdahale ederek onların hayatımızda yarattığı olumsuz etkilerden kurtulmanın mümkün olduğunu belirtti.

3. Kaygılı Bağlanma:

Deney ortamına geri dönecek olursak. Çocuk yine kendisini emniyette hissettiği kişiyle odadadır. Oyuncaklarla oynar. Anne odadan çıkınca çocuk ağlar ama anne gelince de bir türlü rahatlayamaz. Annesinin yüzüne bakmadığı, kafasını diğer yöne çevirdiği olabilir. Bedel diliyle rahatlayamadığını görebiliriz. Kaygılı bağlanmada anne bebeğin ihtiyaçlarına her zaman aynı tutarlılıkta cevap veremediyse, anne bazen var, bazen yoksa çocuk anneden emin olamadığı için ondan uzaklaşamıyor. Çocuğun yanında fiziksel olarak bulunmak yetmiyor. “Ebeveyn bebeğini ‘onu ağlatmayacağım’ diyerek kucağına alır ama kafası kendi stresiyle dolu olduğu için o ana uyumlanamaması bu duruma örnek verilebilir.”

Böyle bağlanmış çocukların annelerinden genelde şunu duyarız;  “Tuvalete bile gidemiyorum.” Kaygılı bağlanma ilişkiyi bağımlı hale getiriyor. Burada Nilüfer Hanım kumar makinesi örneğini verdi. Aynı kumar makinelerinde kişinin ne zaman para çıkacağını bilmediğiniz için makinenin başından kalkamayıp bağımlı hale gelmesi gibi. Ebeveyne karşı kızgınlık/içerleme hissederler. Kontrolcüdür. Çocuğa ben buradayım mesajı verip ilk yılların güveni kazanılmalı.

4. Karmaşık Bağlanma:

Ebeveynin korkutucu, devamlı kaotik olduğu durumlarda ortaya çıkan bağlanma tarzı. Çocuğun rahatlama figürü aynı zamanda korkutucu. Bu sebeple çocuğun bağlanma sistemi ebeveyne git derken aynı zamanda bir yandan da korktuğu için ondan uzak dur diyor. Çocukla ilişkide içimiz dışımız paralel olmalı, çocuk karmaşa yaşamamalı. Bu iki sistemin çelişmesi çocukta boş gözlerle bakma, kendi kendine sallanma, anlaşılmayan düşmeler olabiliyor. Karmaşık Bağlanma yaşayan çocuk ileride ilişkileri güvenilmez hissedeceği gibi stres anınında bedenini hissetmeme, kopma halleri gibi zihin sağlığı sorunları yaşayabilir.

Çocuklarımızla Oynayabileceğimiz Bağlanma Oyunları

Öncelikle aşağıdaki oyunlardan “Yanak Şişirme”,“Tost Oyunu” ve “Uçak” oyunu kendi çocuklarımla bebekliklerinden itibaren sıklıkla oynadığım oyunlardı.  Ama bunun çocukla bağlanmayı güçlendiren self regülasyonu sağlayan oyunlar olduğunu bilmiyordum. Bilmeden çocuklarıma güzel bir şeyler yapmışım meğer…  Sıradan yaptığın bir şeyin bu işin ehli biri tarafından tavsiye edilmesinin garip mutluluğunu yaşadım o gün…

“Yanak Şişirme” ve “Uçak Oyununu” annem bizimle oynardı. Bu sebeple ben de çocuklarımla oynarım. “Tost Oyunu”nu ise tamamen kendi icadım bir oyun olduğunu düşünüyordum taa ki “Işığın Yolu” kitabını okuyana kadar… 🙂 Büyük oğlum 1 yaşını geçerken onu iki minik yastığın arasına koyar “Oh işte benim Doruk Burger’ım çok lezzetli” derdim o da çok güler, eğlenirdi. Küçük oğlum da bayılıyor bu oyunlara. Nilüfer Hanım’ın bahsettiği oyunları aşağıya sıralıyorum;

  • Check Etme Oyunu: Çocuk okuldan gelince “Dur bakayım hala gözlerin mavi mi?” deyip çocuğun gözlerine bakıp “Evet tam da sabah bıraktığım gibi, harika” deyip sonra burnuna dokunup “Burnun da yerinde mi bakayım?” “ Peki ya parmaklar?” gibi göz ve tensel temasla çocukla ilişki içerisinde olma oyunu.
  • Yanak Şişirme Oyunu: Ebeveyn yanaklarını şişiriyor, çocuk da yanaklara bastırıp patlatmaya çalışıyor.
  • Uçak Oyunu: Anne sırt üstü yere yatar, çocuk annenin ayaklarına göbeğini dayar, el ele tutarlar anne çocuğu havaya kaldırır.
  • Masaj Oyunu: Nilüfer Hanım bu oyunu dağa tırmanır gibi parmaklarınızla sırtına masaj yapabilirsiniz diye anlattı. Bu oyunun benzerini ben “Ormanda Yürüyen Çocuğun Hikayesi” diye uydurup yapıyordum. Oğlumun kolunun üzerinde parmaklarımla adım yapıp yürüyen bir çocuk gibi gezinip “Çocuğun biri bir gün ormanda dolaşıyormuş, sonra karşısına bir yılan çıkmış” deyip parmağımla kolunda yumuşak hareketlerle “S” harfi çizerim. Ben bu hareketleri yaparken o güler ve hikayedeki hayvanlar da sürekli değişir; o anki duruma göre tavşansa parmağımla kolunda zıplama, filse elimle koluna biraz ağırlık verme gibi masaj tarzı dokunuşlarla oynarız. Bu oyundan hala çok zevk alıp gülerler. Meğersem bu onların self regülasyonu için ne kadar önemliymiş..
  • Sakız çiğnemek: Benim çocuklara çok verdiğim bir şey değildi sakız ama kriz anları için iyi bir rahatlama aracı.
  • Balon Şişirmek: Nefesi uzun süreli olarak kullanma aktivitesi olduğu için yine çok rahatlatırmış.
  • Genelde babalarla oynanan boğuşma oyunları. Çak bir beşlik gibi el ele temasın olduğu oyunlar. Saçı yüzünden hafifçe çekmek, omza dokunmak gibi içsel hareketler de regülasyonu sağlıyor.

Seminer notlarımı Nilüfer Hanım’ın son slaytlarında yer alan cümleler ile bitirmek istiyorum;

İlişkilerde incinir, ilişkilerde iyileşiriz. Yaraların, ışığın içeri sızdığı yerdir.

 

Ne İstiyorum?

* İngilizce’den Türkçe’ye çocuk kitapları çevirmek istiyorum. Bunun için 3 senedir ulaşmadığım yayınevi kalmadı. Uzun hikaye…. Ama olacak bir gün…

* Etrafımda daha çok bebek ya da çocuk olsun ve onlarla daha çok zaman geçireyim istiyorum.

* Sahneye çıkıp şarkı söylemek istiyorum ya da tiyatro gösterisi de olabilir…

* Birinin nikah şahidi olmak istiyorum.

* Flemenko dans dersleri almak istiyorum.

* Empati yapmaktan içim şişti; herkesin derdi beni gerdi… Rahat olmak istiyorum…

* Yeni tatlar denemek konusunda tutuculuğumu bırakmak istiyorum… Belki ahtopotla başlayamam ama kalamarı deneyebilirim… Sushi bile yemez mi insan!

* “Bay Yanlış ve Doğru Ahmet” modundan çıkıp, yanlışları düzeltmek yerine “Bana ne!” demek istiyorum…

* Haftanın belli günleri bir okulla anlaşıp çocuklara İngilizce hikayeler okumak istiyorum.

* Koca kişisi hiç seyahat etmesin hep yanımda olsun istiyorum…

*Saçlarımı uzatmak ve kendimi bildim bileli dünya üzerinde bir tek kişi bile “sana kahkül yakışır” demese bile gözüme kadar inen kocaman kahkül kestirmek istiyorum.

* Bloga her gün yeni bir yazı yazmak istiyorum.

* Hoşgörü ve farkındalığımı arttırmak istiyorum…

* Kız arkadaşlarımla daha çok buluşmak ama bunu yaparken de çocuklarıma zaman ayıramıyorum vicdanları yaşamak istemiyorum…

* Sağa sola yazdığım, dağınık halde olan hikayelerimi bir araya getirerek ve üzerine yenilerini yazarak kısa kısa hikayelerden oluşan ilk taslak kitabımı yazmak istiyorum. Ama bunu yaklaşık 10 senedir istiyorum :O

* Daha az konuşup, daha çok “Hayır” demek istiyorum. (Çok konuşuyorum çook! Konuşamazsam da yazıyorum!!! )

* Bahçesi olan bir ev istiyorum…

* Eğer ev olursa o zaman bahçesinde bir de Golden Retriever cins köpek istiyorum.

* Ve eğer köpek de olursa o zaman şansımı zorlayıp bahçede bir tane de kedi istiyorum. (beyaz minnoş bir şey)

Neyse devam ediyorum;

* Miami’ye gidip üstü açık bir araba kiralayıp aynı film sahnelerindeki gibi bikinimle sahil boyunca araba kullanmak istiyorum. Bu arada müziğin sesini de sonuna kadar açmayı ihmal etmiyorum tabii, ben de söylüyorum bir yandan… (Miami’ye gittim ama arabamızın üstü açık değildi, ayrıca ben de o zaman daha yeni doğum yaptığım için bikini giymemekle iyi ettim!)

* Bu yaz Magnum yine çekiliş yapar. Magnum’un hediyesi Aston Martin olsun, o da bana çıksın istiyorum. Ama arkadaşım da bu arabayı çok istiyordu, ona da çıkabilir 😉 (Tamam işi sulandırmayalım…devam ediyorum…)

* Herkesi olduğu gibi kabullendim de değiştirmemeye çalışmak istiyorum 🙂

* Herhangi bir şey ile ilgili stres yaptığımda haftaya bunun değersiz bir konu olduğunu o an hatırlamak istiyorum.

Tüm bunlar için iyi dileklerinizi ve desteklerinizi bekliyorum…

Sizleri seviyorum…

 

Kısır Döngü

Öncelikle yazıyı okumadan önce uyarayım… Bu yazıyı söylenmek, mızmızlık etmek, yakınmak, şikayet etmek için yazıyorum…Okursanız sizin seçiminizdir, nokta 🙂

Sanki buradan yakınınca sonsuzluğa gidiyor bütün yazdıklarım… Aylardır yazmayan biri olarak çok okuyanım olduğunu sanmıyorum… O yüzden de planım burada “dır dır” etmek, konuyu bitirmek…

Sorun ne derseniz… Sorun şu; “çalışan anne olmanın vicdan yorgunluğu çalışmayan ya da evde çalışan anne olmanın beden yorgunluğundan daha mı fazla???

Farklı zamanlarda her ikisini de yaşayan bir anne olarak, evet çalışan annenin vicdan yorgunluğunun çok daha yıpratıcı ve yorucu olduğunu söyleyebilirim!

İşimi seviyorum… Hatta işimi ve iş yeri ortamımı o kadar çok seviyorum ki işimi sevdiğim halde çalışan anne olarak bu kadar zorlanıyorsam aksi olsa ne yapardım acaba diye düşünüp halime binlerce kez şükrediyorum… Neden anne olunca tercih yapmak zorunda kalıyor bütün kadınlar? Çocuğu olduktan sonra “iş hayatıma geri dönmek mi, yoksa evde kendi çocuğuma kendim bakmam mı” ikilemini yaşamayan bir kadın var mıdır şu dünyada!

Mesela öyle bir şey olsa ki… Mesela benden iki tane olsa… Biri işe gitse, diğeri ise hep çocuklarıyla ilgilense… O evde kalan anne evdeki güvenli liman olsa… Çocuklarını okula o götürse, okuldan eve o getirse…Yemeklerini yapsa… Her anlarını bizzat paylaşsa… Rahat rahat ders çalıştırsa… Okul sonrası illa hafta sonu olmasını  beklemeden piyano kursu, Aikido, tiyatro, sinema gibi aktivitelere götürebilse… Hafta içi 8-5 arası hep dolu olduğu için her şey hafta sonu için beklemese… Çalışan diğer yarım da rahat rahat çalışsa, hiç vicdan azabı yapmadan, yorgunluktan sürünerek değil enerjik canlı kanlı olsa…

Her sabah 5.30’da kalk, yarım saatte hazırlan, çocukları 6’da uyandır, yedir içir, giydir 7’de çocukları servise bindir, trafikle mücadele et, kendin işe yetiş derken insanın sigortaları atıyor… Akşam olunca çocuklarımla vakit geçirmeye sadece iki saat vaktim kalıyor…Akşam 8:00 olunca yataklarına yatır ve sonra ertesi gün yine aynı saatte hiç yorgun değilmiş gibi kalk…

İşte bu aralar, bu koşturmacalı hayatta çocuklar için hiçbir şeyi tam istediğim gibi yapamadığımı düşünüyorum…Çocuklarımla yeterince vakit geçiremediğimi düşünüp, bu zamanların akıp gittiği, bir daha geri gelmeyeceği fikrinin yarattığı vicdan azabı beni yiyor…

İnsanın çocuğu olması demek kalbinin hep başka birileri için atıyor olaması demek… Belki de bu yüzden annelerin kalbi hep sıcacık… Kalbim hep onlarla olmak için can atıyor, hayaller böyle olsa da gerçekler öyle değil tabii ki..

Söylenmem bitti mi? Hayır bitmedi de sıkıcı olmak istemiyorum…

Yarın Cumartesi ve ben her dakikamı çocuklarımla geçireceğim. Ayrıca Pazar da 🙂 Benim ilacım bu; çocuklarım!

 

 

Yorgunuz…

Cuma akşamından beri mutlu olacak şeyler arıyorum çevremde… Çocuklarıma sarılayım diyorum, işime vereyim kendimi, bir şey yokmuş gibi yapmak istiyorum…. Olmuyor…

Pazar günü televizyonun sesi sonuna kadar açık haberleri dinlerken tüm evi çamaşır makinesine atıp yıkadım neredeyse… Ne koltuk kılıfları kaldı, ne buzdolabı, ne kapı kolları ne de nevresim takımları…. Her şeyi yıkadım, sildim, süpürdüm, parlattım… Cenazeleri izlerken tutamadım gözyaşlarımı… Evi tertemiz yaptım ama içimdeki geleceğe dair büyüyen karanlık endişeyi temizleyemedim bir türlü…

Bazen kendimi Truman Show ‘da gibi hissediyorum…. Gerçek sandığımız bir dünyada yaşıyoruz gibi… Sanki herkes kendine verilen rolü oynuyor… Reklam arası yok… Dünyanın gerçekliğini bize sunulan haliyle kabul ediyoruz… Truman’ın korkusunu yenerek denize açıldığı o sahnede olduğu gibi tam kurtulduğumuzu sanıp güneşli denizde ilerlerken gökyüzüne çarpmaktan, gökyüzü olarak gördüğümüz şeyin aslında gökyüzü görünümlü set duvarı olmasından korkuyorum…

Bu kadar umutsuz yazsam da yaşam olan her yerde umut var… Ben de umutsuz değilim… Herkes gibi yorgunum sadece, canım sıkkın ve çok üzgünüm… ama geçecek, geçiyor… Her gün bir öncesinden iyi oluyor, olacak da inanıyorum…

 

Annelikte Sevmediğim Tek Şey

Suçluluk duygusu…

Daha hamileyken herkes bebek sahibi olunca onu ne kadar çok seveceğinden, kalbinin başka türlü atacağından ve bu gibi hislerden detaylıca bahsetmişti de kimse bana onunla oyun oynarken banyo yapmak için yanından kalktığında bile duyabileceğin o suçluluk hissinden bahsetmemişti! Ya da evi toplayıp çocuğunla ilgilenemediğin için kendini çok kötü hissedeceğinden, ya da iş çıkışı arkadaşlarınla geçirdiğin 2-3 saatlik bir zaman diliminden sonra eve dönüp de onları uyurken bulunca onları o gün hiç öpüp sevemediğin, vakit geçiremediğin ve yarın tekrar aynı şekilde sabahın kör karanlığında kalkıp onlardan ayrılacağın için çekeceğin vicdan azabından bahsetmemişti kimse…

Benim için anneliğin en çözemediğim, en karmaşık, ve hatta sevmediğim tek yanı bu duygu oldu hep… Bu duyguyla öyle de hızlı tanışıyor ki insan… Bebeğinizi kucağınıza verdikleri an bu suçluluk duygusu yapışıyor hemen anne kişisinin üstüne…

Daha yeni doğum yapmışsın mesela Sütün mü yetmedi, hopppp o “suçluluk hissi”; “Ben çocuğumu besleyemiyorum bileler!” Sütün yetti ama bebeğin gazı mı var, hoppp o bildik “suçluluk hissi”; “Yemeyecektim o karnıbaharı bak çocuğa gaz yaptı gördün mü!” demeler…. Öyle de hızlı suçluyor ki insan kendini konu annelik olunca…. Ne biçim bir duyguysa bu ne yaparsan yap her yerden bir aralık bulup kalbinin tam ortasına kurulmak için fırsat kolluyor sanki… Sanki hep daha iyisi var onun için gibi ve sen biraz daha iyi olabilseydin yapabilirdin belki ama işte yapamamışsın gibi bir şey… Yapamaman senin hatan gibi bir şey… Sanki yeterince uğraşmamışsın da böyle olmuş gibi bir şey… Kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi bir duygu bu… Hep iyisi olsun istiyorsun ama olmuyor sanki gibi…

Çocuğun büyüdükçe duyduğun “suçluluk hisleri” de çeşitleniyormuş meğer… Meğer banyo yapmak için onun yanından ayrıldığın o 15 dakika için duyduğun suçluluk hissinin yerini geri dönüp dönüp “işte o zaman şöyle yapsaymışım keşke” diye sürekli sorgulayabileceğin durumlar alabiliyormuş… Çünkü anne baba dediğin şey belli bir yaşa kadar sürekli çocuğu adına kararlar veren bir ikiliymiş…

Sen işteyken ona kimin bakacağına sen karar veriyorsun, gideceği okula karar sen karar veriyorsun,  bademcik& geniz eti ameliyatı olsun mu olmasın mı senin kararın…. Tamam doktor diyor tabii ki de ama sen “he” demesen kim ne yapacak ki… Büyük küçük bir sürü kararı sen veriyorsun bir başkasının hayatı hakkında… O bir başkası da bu dünyada en sevdiğin varlık olunca gel de suçluluk hissi hissetme!

Ama yine de şunu diyebilirim ki en kötü karar karar verememek ortada kalmak. Çaresiz hissediyor insan….

Bu suçluluk hissi beni çok yoruyor. Çocuklarımız için aldığımız her karar onların yüzünü güldürsün. Anne olarak üzerimdeki yükü alıp götürebilecek tek şey onların gülümsemesi olabilir ancak…

 

 

Amerikalı Annelerden Öğrendiğim 10 Şey!

Kültür farklılıklarının sunduğu bakış açısı zenginliği hep hoşuma gitmiştir. Geçen gün “Amerikalı Annelerin Türk Annelerden Öğrenmesi Gereken ilk 5 Şey” yazısı ile iğneyi Amerikalı annelere batırdıktan sonra dedim ki “peki ben bu analardan ne öğrendim bir de oturup onu yazayım!” Çünkü onların anneliğinde biz Türk annelerinde görmediğim ve kişisel olarak çok beğendiğim bir dolu da şey var… Ayrıca ailenizden çok uzaklarda, etrafınızda bir 5 dakika bile çocuğunuzu bırakabileceğiniz kimseniz olmadan, hasta da olsanız, çocuğunuz hasta da olsa, o gece hiç uyumamış da olsanız ertesi gün yine her şeyi tek başınıza yapmak hiç de kolay değil aslında… Bu sebeple de bu işi daha pratik ve bazı konularda daha doğru yaptığını gördüğünü birilerinden ister istemez bir şeyler kapıyor insan ya da kapmak istiyor.

Türkiye’de birinden “biraz rahat bir anne…” diye bahsedildiğinde içinde negatif bir anlam vardır aslında değil mi? Ben de Türkiye şartlarında “biraz rahat bir anne” diye anılabileceğimi hissediyorum zaman zaman. Bu listeden sonra belki siz de benim için böyle düşünebilirsiniz.

Her neyse, aşağıdaki liste benim kişisel olarak Amerikalı annelerden beğenip kendime aldıklarımdır. Herkese göre değişir bunlar…Tartışmaya açıktır. Sadece kendi görüşlerimi belirtiyorum. Size ters gelir, yanlış gelir, gereksiz gelir, boş gelir… Hepsi olabilir…

Lafı çok uzatmadan, kendi önem sırama göre:

1) Çocuk ağlar. Normaldir ve ağlamasına izin verilmelidir!

Büyük oğlum doğduğunda New York’ta yaşıyorduk ve doğumdan sonra ne zaman dışarı çıksam diğer anneleri büyüteç altına alırken buluyordum kendimi… Özellikle biri bebek olamak üzere 2 hatta 3 çocuğuyla sakin sakin market alış verişi yapanlar favorimdi! Çünkü onların 3 çocuklu sakinliği yanında benim tek çocukla yaşadığım telaş görülmeye değerdi! Benim oğlan ne zaman ağlasa ben bir panik hemen bebeğimi kucağıma almalar, eyvah ne yapacağım demeler, bir telaş bir telaş… Ben böyle telaşlanıp dünyanın sonu gelmiş gibi davranırken yan tarafımdaki Amerikalı annenin pusetinde yatan ve avazı çıktığı kadar bağırarak ağlayan bebeğine sakin bir ses tonuyla sadece dönüp “it is OK. You are fine baby” (Sorun yok, tamam bebeğim) diyerek gözü raflarda market arabasını itmesi ve bir süre sonra o bebeğin susup kadının elindeki alış veriş listesinden aldıklarını kontrol ederek hayatına devam etmesini her zaman ilgiyle izledim. Ama yapabildin mi peki diye bir sorun? Yooookk nerdeeee… O dönem ben sadece onları hep öyle şaşkınlıkla izliyordum işte… Yine de sanki ben de azıcık Amerikan anne modelinden etkilenmiş ve bir nebze rahatlamıştım ki 7 aylık bebeğimizle Türkiye’ye dönüş yaptık. Ve bingo! O dönüşle ben de fabrika ayarlarıma dönüş yaptım! Bebeklerin ağlamasının onların konuşması, çocukların ağlamasının onların duygularını ifade ettikleri bir araç ve hatta gün içindeki streslerini (evet onlar da stres oluyorlar) atmalarını sağlayan bildikleri en iyi ve güvenli yol olduğunu kabul edince olay çözülüyor. Düşünün canınız feci halde sıkkın, o gün bir sürü şey olmuş. O kadar dolusunuz ki ağlamak istiyorsunuz. Tam böyle bir ruh halindeyken o anda elinizi bir yere vuruyorsunuz, başlıyorsunuz ağlamaya. Dışarıdan bakıldığında eliniz acıdığı için ağlıyor görünseniz de aslında zaten ağlayasınız var. Ve hemen biri sizi alıp avutuyor. Mesela susun diye elinize bir yiyecek ya da bir oyuncak veriyor. Ya da bahçedeki kediyi gösterip aklınızı dağıtıp konuyu unutturuyor. Ve evet susuyorsunuz, aklınız dağılıyor. Bir başkası ise size bir şey demiyor. Konuyu size unutturmaya çalışmıyor. Sadece yanınıza eğilip “seni anlıyorum” diyor. Size kucak açıyor. İstiyorsanız kucağına gidiyorsunuz, ağlamaya devam ediyorsunuz. O da sadece size sevgi veriyor. Bir süre sonra ağlama isteğiniz geçiyor. Her ikisinde de sonuçta susuyorsunuz. Ama siz hangisinde kendinizi iyi hissedersiniz?

2) Her çocuk kendi yatağında kendi başına (sallamadan, kucağa almadan) uyur!

Türkiye’de yaşarken Amerikalı arkadaşlarımız büyük oğlumdan sadece 1 ay küçük olan kızlarıyla ziyaretimize gelmişlerdi. Yani çocuklarımız yaşıttı ve ikisi de 2 yaşındaydı. Akşam saat 8 olunca arkadaşım kızına artık uyku vaktinin geldiğini söyleyip yanlarında getirdikleri portatif yatağa koyardı ve sonra içeriye gider dinlenirdi. Abartmıyorum 5 dakika bile sürmeden kızı kendi kendine uyurdu. Tabii ki de ilk yatağa koyduğunda önce biraz mızmızlanırdı. Ama en fazla 5 dakika sonra ses kesilir, sabaha kadar deliksiz süren bir uykuya dalardı. Zaten eğer o ağlama 5 dakikadan fazla sürse o zamanki ben dayanamaz gider ufaklığı alırdım kucağıma herhalde 🙂 Şaka bir yana, arkadaşım oğlumla yaşıt olan kızını yatağına koyup içeride keyif yaparken ben oğlum kucağımda ona şarkılar türküler söyleyerek tükenmiş bir şekilde onu uyutmaya çalışır ancak 1- 1,5 saat sonra onların yanına salona gidebilirdim. Bir gece arkadaşımla sırf bu konuyu konuştuğumuzu ve ondan bunu nasıl başardığını en ince ayrıntısına kadar sorup dinlediğimi bilirim. Ondan sonra hemen uygulayamadım tabii… Çünkü daha henüz madde 1 ile tanışmamıştım o zaman ya da bir anne olarak henüz madde 1’i sindirememiştim diyelim…. Ama özellikle ikinci oğlum ile birlikte buradaki doktorumuzdan edindiğim bilgiler, ilk oğlumdan edindiğim tecrübeler ve okuduklarımın harmanlaması beni bu konuda çok eğitti ve değiştirdi! Artık ben de böyle yaşıyorum! Oysa annelikte kendime göre en başarısız olduğum konu uyku konusuydu. Şimdi ise en çok bilgi sahibi olduğum konu belki de… Artık ben de çocukları yatağına koyup geçiyorum içeri…

3) Yere oturulabilir!

Hemen hemen her yerde çocukların sanki kendi evlerinin salonlarındaymış edasıyla yere oturması hatta bazen gayet yere uzanması ve annelerinin buna bir şey dememesi ilk başlarda beni bayağı rahatsız ediyordu. Hadi çocukları geçtim bebekler yerlerde emekliyordu! Daha sonra yavaş yavaş büyük oğlumun doğal bir şekilde yere oturması ve engel olamamam ile biraz rahatladım ama asıl kırılım noktası ikinci oğlum 7 aylıkken 10 günlük bir tatile gitmemizle oldu. Otel odasında emeklemek için deli olan, meraklı bir bebeği o oyun parkının içinde tutamıyordum. Dışarı çıkıp keşfetmek istiyordu ve yapacak bir şey kalmamıştı. 10 gündü bu! 2. günün sonunda gözümü kapadım aldım onu yere koydum mecburen! Eee kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan diye boşuna dememişler…

4)Az giyinmek iyidir!

Çocuğu kat kat giydiren bir kültürden geldiğimiz için bulunduğumuz odanın ısısı azıcık düşse hapşıran insan evlatlarıyız biz! Hele ki kış oldu mu içine mutlaka atlet, üzerine giysisi, üzerine mutlaka bir yün hırka veya yelek giydirilmeden dışarı çıkartılmaz bizim Türk çocukları, hatta dışarıyı bırakın evde bile böyle dolaşır bizim çocuklar! Benim içimde gizli bir yerlerde de böyle bir anne olmasına rağmen kat kat giydiremedim çocuklarımı çünkü ayağında çoraba bile dayanamayan sıkıntılı iki oğlum var. Gel gör ki yaşadığımız yerde kışın -23 dereceleri görüyoruz. Gel de giydirme şimdi değil mi? Ama yok böyle havada bile okula tişörtle gelen çocukları gördükten sonra dedim ki “yani onlarınki de çocuk bizimkiler de, hiçbiri de hasta filan olmuyor, her gün okula geliyor işte…” Ve böylece atlet giymek istemeyen, çorap düşmanı, dışarıda kar yağarken elinde montuyla yürümek isteyen oğluma “Ee peki nasıl istersen, senin bedenin senin kararın!” demeye başladım. Sen sağ ben selamet!

5)Arada kötü beslenmek dünyanın sonu değildir!

Her gün yemek yapan biriyim. “Organik” olayını abartmadan süt, yumurta, et gibi temel besin maddelerinde seçici davranarak tüketiriz. Amerikalı bir arkadaşım başka bir Türk arkadaşımın daha yiyecek konusundaki bu hassasiyetini görüp “Galiba Türk anneleri yemek konusunda çok seçici, bana bu konuyu bu kadar önemsemeniz çok ilginç geliyor” demişti. Çocuklara anaokulunda yanında ketçap ile patates kızartması verilmesi burada çok normal olduğu için(!) bizim seçiciliğimizi garip geliyor tabii… Anlıyorum… Ama Amerikan beslenme tarzı da asla benim yapabileceğim bir şey değil. Sadece onların bu konudaki aşırı rahatlığının benim sivriliklerimi törpülediğini görüp buna seviniyorum. Her konuda denge şart!

6) Çocuğun içeceğinin (sütün/suyun) ılıtılmasına gerek yok!

Amerika’da kendi evinizin dışında oda sıcaklığında içme suyu bulmanız mümkün değil! Öyle bir su yok! Ben bir kere su satın alırken “buzluktan değil de oda sıcaklığında su olsun lütfen” diye rica etmiştim de adamcağız öylece yüzüme bakıp sadece “Ama bütün sular dolapta duruyor!?!?%&^'” demişti! Tabii ki adamın şokunu anlayabiliyorum. Yaz kış ayırt etmeden soğuk suyun içine bile buz koyan bir kültürden bahsediyoruz! Ee durum böyle olunca 7 aylık bebekler de buzlu su içiyor haliyle… Bizde de çok farklı değil; sütü alıyorum dolaptan koyuyorum önlerine. Suyu keyifleri nasıl isterse; ister buzlu ister buzsuz:)

7) Çocuk açsa yer! Ve Kendi Yer!

Bu maddeyi yazdığım an o çok bildiğimiz elinde kaşık çocuk arkasından ona yemek yedirmek için dolaşan anne resmi geldi gözümün önüne! Çocuk açsa yiyor gerçekten… Bunu takıntı yapmaya hiç gerek yok. Çocuğu sumo güreşçisi kıvamına getirmeden içi rahat etmiyor biz Türk annelerin. Eee bir Türk kadını olarak benim de “hiçbir şey yemiyor bu çocuk!!!” eğiliminde olduğum bir dönem oldu ama büyük oğlum bir yaşına gelmeden aştım bunu. Ve işin ilginç yanı o kadar yemek seçen çocuk “yemek yememe özgürlüğü” olduğunu anladığı anda yemek yemeye başladı zaten! Evet yemek yememe özgürlüğü var bizim evde ama diyelim akşam yemeği yemedi o zaman da sabah kahvaltısına kadar beklemesi gerekiyor. Özgürlükler kadar kurallar da var.

8) “Ne zaman?” Sorusunun cevabı “az sonra”  ya da “birazdan” değildir!

Bu konuyu yurt dışına ilk gittiğimde, daha 20’li yaşlarımda, çoluk çocuk fikrinden çoook da uzakken fark etmiştim aslında. Çocuklar “ne zaman?” diye sorduklarında cevap olarak “20 dakika sonra” ya da “15 dakika içinde” gibi büyük insana cevap verir gibi söylüyorlardı. O zaman aklıma not etmiştim bunu. Ben de bir gün böyle yapacaktım. Çocuk dakikadan ne anlasın diye düşünüp “birazdan”, “az sonra”, “gelmek üzeredir” gibi belirsiz bir zaman dilimi kullanmayacaktım çocuklarıma ve de hiç kullanmadım.

9) Öz güvenli çocuk kendiliğinden olmuyor, sorumluluk verdikçe oluyor.

Sabahları çocukları okula götürürken ister istemez kendimi gözlem yaparken buluyorum. Bizim okullardaki karmaşa onlarda neden yok, neden okula gitmeyeceğim ağlamaları duymuyorum, neden bu çocuklar “çantamı sen taşıııı” diye yakınıp sızlanmadan kendi çantalarını kendileri taşıyorlar, neden annelerinden ayrılırken kıyametler kopmuyor, bu çocuklara soru sorunca neden utanıp sıkılıp hemen annesinin arkasına saklanmıyor da sana güzelce cevap veriyor, neden her şeye ağlamıyorlar, nasıl oluyor da çocuklarla bile göz göze geldiğinde hemen sana “hello!” (merhaba) diyorlar, işin içinde çocuk olduğu halde nasıl her şey kendi düzeninde sorunsuz su gibi akıp gidiyor diye milyon tane soru oluyor kafamda… Acaba nedeni çocukların çok erken yaşlarda okul kavramıyla tanışması olabilir mi diye bir kanıya vardım. Kanunları detaylı bilmiyorum ama Amerika’da annelerin ÜCRETLİ olarak doğum izni süresi sadece 6 hafta! İsterseniz ücretsiz olarak 6 hafta daha ekleyip bu süreyi 12 haftaya tamamlayabiliyorsunuz, ya da yıllık izinlerinizden kullanabiliyorsunuz. Yaşadığımız yerde “bakıcı” kavramı da olmadığı için bebekler daha 6 haftalıkken okula gitmeye başlayabiliyorlar. Böyle olunca çocuklar çok erken yaşta sorumluluk almaya başlıyor. Acaba sırları bu mu diye düşünüyorum bazen kendi kendime… Buradan bağlamak istediğim şu aslında, biz evlerimizde çocuklarımızın kendi yapabilecekleri şeyleri bile onlar için kendimiz yaparak ya da bakıcılarımıza yaptırarak aslında farkında olmadan onların öz güvenlerini ellerinden alıyoruz. Çünkü onu ayrı bir birey olarak görmüyoruz. Ne kadar büyüse de hep bir şeyler için küçük olduğunu düşünüp sorumluluk mu vermiyoruz acaba?

10) Çocukla seyahat edilir, tatil yapılır, alış verişe çıkılır; bunlar doğal şeylerdir!

Nedenini bilmiyorum ama bu konuda nispeten rahat bir anne oldum. Ama yine de madde 1’de anlattığım gibi çocuğum ağlayınca telaşlanırdım ilk annelik zamanlarımda. Sonra etrafımdaki annelere bakıp hayatın akışının içinde bunları olay yapmadan, sessiz sakin ve kendilerinden emin bir şekilde çocuklarını idare ettiklerini gördükçe bana da iyice doğal gelmeye başladı çocuklarla yapılan o uzun seyahatler, tek başına iki çocuklu deniz aşırı uçuşlar vs. 

“Öğretmenler Günü”

Başlığı görünce pek çoğunuzun “Öğretmenler günü mü! O Kasım ayında değil miydi! Ne alaka!” dediğinizi duyar gibi oldum. Çünkü ben de çocukların ilk okul senesinde aynen böyle olmuştum. Mayıs ayında Öğretmenler Günü kutlamak bir garip gelmişti bana. Ama daha da garip gelen şey, Öğretmenler Gününü sadece bir gün olarak değil de koca bir hafta boyunca kutluyor olmalarıydı! Evet yanlış okumadınız tam bir hafta!

Amerika’da ‘Öğretmenler Günü’ Mayıs ayının ilk haftasında “Teacher Appreciation Week” (Öğretmen Taktir Haftası) adı altında kutlanıyor. (Sanırım sadece Massachusetts eyaleti bu günü Haziran ayının ilk pazar günü olarak kabul ediyor.)

Bu bir hafta boyunca öğrenciler öğretmenlerine teşekkürlerini küçük hediyelerle dile getirirken aynı zamanda okul yönetimi de hafta boyunca her gün farklı bir jestle öğretmenlerine teşekkürlerini sunuyor. Geçen sene işin okul yönetimi kısmı bana oldukça ilginç gelmişti. Bu sebeple okul yöneticilerinden kendime en yakın bulduğum bir yöneticiye öğretmenlerinin haftasını nasıl kutladıklarını sormuştum. O da bana “mesela bugün öğretmenlerimizin öğle yemeğini bizden. Ayrıca hafta sonu onları bir konsere davet edeceğiz. Bunun yanı sıra hafta boyunca her gün onlara küçük sürpriz hediyelerimiz olacak” demişti. Kulağa çok garip geliyor değil mi? Açıkçası bana okul yönetiminin öğretmenlerine teşekkür etmesi inanılmaz beklenmedik gelmişti! Gerçekten neden sadece öğrenciler öğretmenlerine teşekkürlerini dile getirirler ki, okul yöneticileri de öğretmenlerine en az öğrenciler kadar çok şey borçlular!

IMG_8147İşin bir başka ilginç yanı ise okul yönetiminden size bu hafta boyunca öğretmenlere verebileceğiniz hediyelerin bir listesinin geliyor olması. Böylece her şeyi standartlaştırmış oldukları için hem veliler hem öğrenciler rahat etmiş oluyor. Çünkü kimsenin hediyesi bir başkasınınkinden ne aşağıda ne yukarıda oluyor. Katılımın zorunlu olmadığının da belirtildiği bu yazıda bir hafta boyunca her gün için hangi hediyeyi verebileceğiniz gayet net ve sadece şekilde belirlenmiş buluyorsunuz. Kısaca bu kağıttakileri sıralamak istiyorum:

– Pazartesi – “Teşekkür Notu”

Haftanın ilk günü öğretmenlere öğrencileri ve onların aileleri tarafından tarafından teşekkürlerini dile getirdikleri bir kart ile başlıyor. Büyük oğlum anaokulunda olduğu için kendi notunu kendi yazdı. Tabii ki heceleme kısmında anne yardımlı! 🙂 Aslında keşke kartı yazdıktan sonra hemen bir fotoğrafını çekseydim diye sonradan çok pişman oldum. Ama aklıma geldiğinde o çoktan zarfın ağzını kapatmıştı bile… Ben ne yazsak diye düşünürken o ” Thank you for being my lovely teacher!” (Benim tatlı öğretmenim olduğun için teşekkürler!) yazalım anne dedi ve olaya noktayı koydu.

– Salı – “Onları Şımartın”

Salı günü sabun, losyon, oje tarzında hediyeler verebileceğimiz var listede…

– Çarşamba – “Çiçek Gücü”

Çarşamba günü için “Öğretmeninizin gününü bir çiçek getirerek aydınlatın.” yazıyor…

– Perşembe – “Tatlı Süpriz”

Genel olarak öğretmeninize tatlı bir şeyler getirerek gününü tatlandırın diyor… Kısacası bizdeki “tatlı yiyelim tatlı konuşalım” muhabbeti 🙂

-Cuma – “Hediye Kartları”

Starbucks hediye kartı gibi bir kaç örnek sıralayarak öğretmenlere hediye kart verebileceğimiz yazılmış Cuma günü için.

Açıkçası geçen sene her gün için bir hediye gönderememiştim. O zamanlar 6 aylık minik bir yaramazla uğraşıyordum. Bu sene elimden geleni yapacağım bakalım. Hoş çocuklar her gün listedeki bu hediyelerden biriyle mi geliyor okula ondan da emin değilim. Ama Amerikalı arkadaşımdan öğrendiğime göre ideali buymuş. Fakat sonra hemen ekledi ki “tabii ki katılımın isteğe bağlı olduğu bir etkinlik olduğu için aksi olduğunda da ters anlaşılan bir durum asla olmaz” diye. Bu arada her sınıfın bir asıl bir de yardımcı öğretmeni olduğu düşünülürse ve de sıradan bir Amerikalının min. 3 çocuk sahibi olduğunu da eklerseniz bu hafta hem keseyi hem bedeni oldukça yorar o kesin!

Öğretmen bir annenin çocuğuyum. Kayınvalidem ve kayınpederim öğretmen… Ortanca teyzem ve kuzenlerim öğretmen… Okuduğum bölümden dolayı arkadaşlarımın çok büyük bir bölümü öğretmen. Hatta hayatımın sadece 2,5 ayında da olsa üniversite son sınıftayken staj sonrası lise ve ortaokul öğrencilerine edebiyat öğretmenliği yapmışlığım vardır. Öğretmenliğin ne kadar zor ve ne kadar fedakarlık gerektiren bir meslek oluğunu kendim de -çok kısa bir süre de olsa- yaşadığım için biliyorum. İnsanın zaman zaman kendi çocuğuna bile dayanamadığı anlar olurken bir odanın içerisinde toplanmış bilmem kaç küsür çocuğa bir şeyler öğretip onları yarınlara yetiştirmeye çalışmak hiç de kolay değil! Hele ki Türkiye şartlarında hiç mi hiç değil!

Şimdi okuldan bize gönderilen listeye ben de kendi maddemi ekliyorum: “24 Kasım’ı beklemenize gerek yok!”

İmkansızlıklar, zorluklar ve yokluklar içinde etrafını aydınlatarak karanlığa meydan okuyan canım ülkemin fedakar öğretmenleri, SİZ iyi ki varsınız… Mayıs başında da olsak “Öğretmenler Gününüz” benden olsun!

Amerikalı Annelerin Türk Annelerinden Öğrenmesi Gereken İlk 5 Şey!

1. Mısır gevreği kahvaltı değildir! Hele pizza aksam yemeği hiiççç değildir!

Mısır gevreğini kaba koy, üzerine sütü doldur ver çocuğa kahvaltı diye! Yok öyle yağma pek sevgili Amerikan annesi… Sabah kahvaltısı denilen şey ciddi bir öğündür. Bir kere yumurtasız olmaz. Domates, peynir, zeytin, tereyağ, bal olmadan eksik kalır. Hafta içi bile mükellef kahvaltı sofrası hazırlayabilmek için en az 1 saat erken kalkar Türk anası ki çocuğunu okula “zihni açık” göndersin. O çocuk yumurtasını yesin diye belki kaşıkla arkasından koşuyoruz ama bizimkilerin de “zihni açık” oluyor n’aberr!

Hem tamam “ev yemeği” (yapabilmek) ile ilgili temelde sorunlarınız var bunu biliyorum ve çok deşip sizi de mahcup etmek istemiyorum ama “pizza”yı da “akşam yemeği” olarak adlandırmayalım lütfen bir zahmet! Pizza belki bir yetişkin için akşam yemeği olur da bir çocuk için olmasın yani…

2. Ev temizliğine o evin camları da dahildir!

Hayır işin garip yanı cam silerken garip garip bakıyor diye ben de cam silemez oldum. Ayrıca bilincimin bir köşesinde de “kimse burada cam silmiyor” gibi bir rahatlama duygusuna mı sığınıyorum onu da bilmiyorum. Ama özümde biliyorum ki evin camı da temizliğe dahildir!

3. Anne/babaya ses yükseltilmez. Onların ağız yüz takliti yapılmaz!

Bizim kültürümüzde (özellikle 3-7 yaş dönemi diyelim) anne babasına bağırıp çağıran, anne babası tam da olayın üzerine onu uyarırken onların yüz taklidini yapıp seni dinlemiyorum havalarına giren çocuk gerçekten görmedim ben. Elbette bizde de oluyordur ama genelleme yaparsak diyorum… Yanılıyorsam yazın lütfen bileyim ama bizde büyüğe saygı çok önemlidir. Ay yok burada herkes bir rahat! Çocuk bağırıp çağırıyor. Onlar hala sakin! Onların söylediklerini taklit ederek ağız yüz hareketleri yapıyor. Onlar hala sakin! Çocuğun kapısına kadar gidiyorlar içeriden sesleniyor çocuk: “GO AWAY”! Onlar hala sakinnnn!!!! Bu “go away” bana Türkçe’deki “defol git” hissini veriyor ki anneme babama çocukken dediğimi bırak şimdi bile düşünemiyorum! Hadi ben dramatize ettim biraz kibarca çevirirsek “uzaklaş” da diyebiliriz ama yok tam olarak “defol git” yahu!

Tamam onların sakinliğini koruması doğru olanı ama olayı dışarıdan bakıldığında sakince izliyor taklidi yapan bana sorarsanız damarlarımdaki Türk kanı o çocuğu alıyor ” Evladım senin hiç mi utanman yok! Hiç mi terbiye yok sende…” diye başlıyor konuşmaya ki gerisini siz düşünün…

4. Çocuk kısmı su ve süt dışında içecek içmez! Hele ki içinde ne olduğu belli olmayan meyve sularını asla içmez!

Bu Amerikalılar sürekli ellerinde bir içecekle dolaşsınlar bayılıyorlar. Çocuklarına da atıştırmalık diye ne verirlerse hemen yanında da bir tane paketlenmiş meyve suyunu beraber servis ediliyor. Yaşı biraz daha büyük çocuklarda ise asitli içecekler hiç eksik olmuyor tabii ki… Nedir bu bol şekerli içecek çılgınlığı bilmiyorum. Oysa özellikle de bir çocuk için bu olay temiz ve net olarak su ve/veya süttür arkadaş!

5. Çocuklarınızı şapur şupur öpebilirsiniz!

Akşam çocukları okuldan almaya gittiğimde anne babaların çocuklarıyla kavuşma anlarına da şahitlik ediyorum tabii ki… ve ne yazık ki onlar da bizim kavuşma anımıza tanık oluyor!!! Sahneler tabi ki de birbirinden çok farklı!

Sahne 1 şöyle: Amerikalı anne/baba sınıfa girer. Çocuk annesini/babasını görünce hızla ona doğru koşar. Anne/baba hemen çocuğun hızasına eğilir kollarını açar çocuğu bekler. Çocuk gelir ve sıkıca KUCAKLAŞIRLAR!!! Sadece birbirlerine sımsıkı sarılıp bir iki saniye öyle kaldıktan sonra çocuğun kafası hafifçe okşanıp ilk soru olarak “günün nasıldı?” diye sorulur. Mümkün olsa el sıkışıp selamlaşıp öylece günün sohbetine geçecekler yahu!

Şimdi sahne 2, yani bizim kare şöyle oluyor: Sınıftan içeri giren anne aynı sahne 1’deki gibi kendisine doğru koşan çocuğunu hooooooppp diye kucağına almak süretiyle çocuğun iki yanağından da şapur şupur öperrr. Gören sanır bunlar 1 haftadır görüşmüyor! Bu da yetmez “oyyy annen kurban olsunnn sanaaa yevrummm” kıvamında bir edayla çocuğu mıncıran anne bir az önce hiç öpmemiş gibi ikinci turu döner! Çocuk halinden memnundur (en azından şimdilik) ama öğretmen hayret dolu bakışlarını anneden ayıramaz. Anne kişisi öğretmene gülümserken içinden de “Aaa öpücem tabii, onu doğurana kadar canım çıktı” şeklindeki klişe düşünceyle kendini rahatlatıp çocuğu yere indirir.

Kitaplarda okuyorum. Çocuğunuzu öpmeden önce seni öpebilir miyim diye sorun sonra öpün vs. vs… Yok canım almayayım. Hiiiç bana göre değil! Eğer benim çocuğumun psikolojisi ona sormadan balıklama mis kokulu  beyaz yanaklara dalış yaptım diye bozulacaksa bozulsun vallahi…. Hayır öbür türlü benim psikolojim bozulur!

 

NOT: Hani es kaza Türkçe bilen bir Amerikan anasına rastlarsam, o da okuyup alınıp kırılmasın diye söylüyorum: bunlar espridir. Ciddiye almayınız. Gülüp geçiniz. Sevgiler…

Kütüphane

Türkiye’nin kasveti ve kaosu öyle içimi daraltıyor ve boğuyor ki bu duygularla çocuklarıma daha da çok sarılıp, daha da iyi evlat yetiştirme duygusu duyuyorum. Sanki ben onları iyi yetiştirirsem onlar da çocuklarını iyi yetiştirecek, çocukları da kendi çocuklarını derken bir su damlası etkisi gibi seneler sonra da olsa ülkeyi de saracak tüm iyilik gibi…

Biliyorum komik ve oldukça da saçma geliyor dediklerim kulağa… Ben de biliyorum saçma olduğunu… Ayrıca “sen istediğin kadar iyi evlat yetiştir manyağın biri çıkıp karartıyor işte hayatını” diyeceksiniz bana, onu da biliyorum ama uğraşıyorum işte…

Pazartesi günü büyük oğlumun okulu kapalıydı. Dışarısı -8 derece olduğu için evde bir şeyler yapmak zorundaydık. Tabii bu arada benim ayrıca yemek yapmam, çamaşır yıkamam, evi toplamam da gerekiyordu… Ben kendi işlerimi yaparken iki kardeş zaman zaman kavga kıyamet, zaman zaman güle oynaya vakit geçirdiler. Başları her sıkıştığında ikisi de bana geliyordu tabii… Küçük olan da lego yapabilecekmiş gibi eline aldığı iki parça lego ile gelip dizime vuruyor “Bunları birleştir anne” der gibi elindeki parçaları bana uzatıyordu. Sonra büyük oğlum geliyor legodan yaptığı denizaltının nasıl çalıştığını anlatıyordu. Onlar yanıma her geldiğinde ben işimi bırakıp boylarının hizasına gelip onları dinlediğim için benim de işim bitmek bilmiyordu tabii… Sadece bir tane patatesi soymak 10 dakika sürebilir mi? Eee bızdıklarla herimage1 şey mübah…

Sonra miniğimizin öğle uykusu saati geldi. Onu yatağına koydum, tam oh birazcık oturayım diyordum ki büyük oğlum “Anne uzun zamandır kurabiye yapmadık. Kurabiye yapalım mı?” dedi. Kıramadım tabii… Başladık onunla kurabiye yapmaya… Kalıpların hepsini tezgahın üzerine boşalttı, sonra içlerinden en beğendiği kalıpları seçip kurabiyelere şekiller verdi, sıraladı tepsiye… Geçen sene anneannesiyle yapmıştı böyle kurabiyeler… Ben hiç ellemedim desem yeri, hepsini kendi yapmak istedi zaten… Tam kurabiyeleri fırına koyup, bulaşıkları yıkadıktan sonra ayaklarımı uzatacaktım ki bingooo, ufaklık uyandı!

Minik beyimizi de yedirip içirip gönlünü eyledikten sonra dedim “hadi kaldın kütüphaneye götürüyorum sizi”… Son 2 haftadır 17 aylık bızdığımı alıp yaşadığımız yerdeki kütüphaneye gitmeye başlamıştım. Kütüphanede 12-24 ay yaş grubu için kitap okuma seansları düzenleniyor. Tüm çocuklar anneleriyle,babalarıyla ya da bakıcılarıyla katılıyorlar. Herkes yere oturuyor. Böyle sandalye, masa, minder vs. yok. Bomboş bir oda… Özgür bir his uyandırıyor insanda… Hikayeyi okuyan bayanın elinde kukla var. Şarkılar, danslar eşliğinde 20 dakika boyunca daha 1,5 yaşında bile olmayan miniğinize kitap dinlettirebiliyorsunuz. Kitap bitince hani çocukluğumuzda üfleyerek köpükten balon yapardık ya, işte bu kez balon yapan bir minik makine çalışıyor ve tüm çocuklar ortaya toplanarak balonlara dokunmaya, onları patlatmaya çalışıyorlar…

“Kütüphane” diyince sizin hayalinizdeki resim nasıl hiç bilmiyorum ama ben bu kütüphaneyi görmeden önce benim hayalimdeki resim içerisi hafif loş, eski kitap kokan ve çıt sesi bile çıkmayan, çıksa da hemen uyarıldığınız bir yerdi. Ya da tüm üniversite hayatım boyunca içinden çıkmadığımız Ankara’daki Milli Kütüphane’nin aynısıydı da diyebilirim…

Ama burası öyle değil… Giriş katı sadece çocuklar için dizayn edilmiş. Bir köşede bilgisayar köşesi var. Bilgisayar köşesinin içeriğini tam bilmiyorum ama biz 5 yaş için eğitici içerikli bilgisayar oyunlarından oynadık biraz. Daha sonra yaş gruplarına göre ve okuma zorluklarına göre sıralanmış rafları görüyorsunuz. Her şey o kadar basit ve anlaşılır yapılmış ki tüm kitapları alma duygusu uyandırıyor. Bu kitap raflarının arasında, arka tarafa doğru daha minik çocuklar için bir oyun yeri yapmışlardı. Hani dememişler ki çocuklar ses yapar kitap okuyanlarla yan yana koymayalım. Öyle bir hayat vermiş ki oraya bu küçük oyun alanı… Küçük bir masanın üzerinde tahtadan puzzle lar ve kitaplar var. Başka bir köşede üzerinde tahta trenin olduğu bir masa daha var. Çocuklar anneleriyle yerlere oturmuş rafların önünde kitap okuyorlar.

Her yaş grubu için ÜCRETSİZ etkinlik sınıfları dolup taşıyor! Benim küçük oğlumu götürdüğüm okuma seansı da bu etkiniklerin bir parçası… Bu arada çocuklar istedikleri tüm kitapları istedikleri raflardan alıp okuyup ya da benim minik gibi sağa sola taşıyıp sayfalarına baktıktan sonra oracıkta bırakabiliyor. Önemli olan çocuğun kitaba elinin değmesi sanki… Rafların düzeni bozulur, çocuk kitaba zarar verir diye müzede gibi hissetmiyorsun kendini… Tabii bana kodlanmış kütüphane algısı böyle olmadığı için ben gözümü minik canavara dikmiş halde av peşindeydim. Benim minik raftan her kitap indirdiğinde koşup kitabı aynı rafa koyup “hayır” dediğim için görevlinin dikkatini çekmişim sanırım ki yanıma gelip “sorun yok. Dert etmeyin, istediği kitabı alıp oynayabilir” dedi. Bu kez ben utandım. Diyemedim ki “ama bakın, bizim ülkemizde olsa kızarlar böyle şeylere… O yüzden ben bilemedim” diyemedim tabii… Benim ufaklık raflardaki tüm kitapları tek tek indirip bazen yere oturup sayfalarını çevirip bazen gidip kitabı başka rafa koyarken görevli gülümseyen bir yüzle onu seyrediyordu… Burası başka bir kütüphaneydi…

Bu arada büyük oğlum Lego kitabı istediğini söyledi. Görevliden yardım alıp, legodan nasıl farklı bir şeyler yapabileceğini merak ediyor bu tarz kitapları nasıl buluruz diye sorarak legolarla ilgili kitapların olduğu rafa geldik. Yere oturup kitapları inceledik, üzerine sohbet ettik. Sonra hangi kitapları alacağına karar verdi… Öyle heyecanlıydı ki hepsini almak istiyordu kitapların sanki… Bana dönüp “Anne istediğim kadar kitap alabiliyor muyum?” diye sorunca. Ben hemen kodlanmış bilgilerimle “yok, hiç sanmıyorum anneciğim. Herhalde 3-4 tane ancadır” dedim. Çünkü tam hatırlamıyorum ama sanki bizim en fazla 3 ya da 5 kitap hakkımız olurdu. Yine de emin olamayarak “Sor bakalım ilerideki görevliye, ben de bilmiyorum” dedim. 1,5 senedir burada yaşamamıza rağmen beynimdeki soğuk kütüphane resmi bana çocuklarımı kütüphaneye getirme bilincini ya da istediğini duymamı sağlamamıştı… İngiliz arkadaşım sürekli kütüphanenin çok güzel olduğunu ve kızını kitap okuma seanslarına getirdiğini söylemesine rağmen çok da ilgimi çekememişti bu kütüphane… Bu sebeple ben de ilk defa kitap alacaktım bu kütüphaneden ve bilmiyordum kaç kitap hakkımız olduğunu… Neyse baktım Doruk hiç “gidemem”, “soramam”, “sen de gel anne” demeden görevlinin yanına gitti ve aynı Amerikalılar gibi önce “Excuse me” (affedersiniz) diye söze başladı. Görevli cevaplandıktan sonra ise “Thank you”(teşekkürler) dediğini duydum. Nezaket kurallarını öğrendiğini görmüş olmak beni çok mutlu etti. 5 Yaş çok farklı bir yaştı! Bunu gerçekten hissediyordum! Yanıma gelip “Annneeee istediğimiz kadar kitap alabiliyormuşuzzz! Limit yokmuşş!” dedi heyecanla… İçimden dedim ki işte ben Türküm yine! Kitap almanın bir limiti olacağını düşündüm. Sonra düşündüm de bana kodlanmış kütüphane kavramı da böyle miydi ki zaten de şaşırıyordum!

O gün ufaklık kitapları saçıp, sağa sola taşırken biz büyük oğlumla bir sürü kitap inceledik. Hangi kitabı almak istiyorsa aldık. Bir baktım tam 14 tane kitap seçmiş bizimki! 14 kitabı ne ara okuyacağız bilmiyorum ama kütüphaneden aldığımız o kitaplar çok değerli onun için. Hepsini ayrı bir çantada bizim odamıza sakladı. Çünkü küçük kardeşi kitaplara zarar verebilirmiş, o da çok üzülürmüş. Bu yüzden kitapların bizim odamızda durması gerekiyormuş. Son 2 gecedir kütüphane çantasını açıp içinden kitap seçip bu gece bunu okuyalım anne diyor…

Artık her hafta ikisini de alıp gideceğim kütüphaneye… Kitap okuma alışkanlığı için tek gerçeğin çocuğun annesini babasını kitap okurken görmesi olduğunu biliyorum ama kütüphane ortamını yaşamının ruhu da bambaşka… Ayrıca kütüphane o kadar kalabalık ve o kadar çocuk dolu ki birbirlerine örnek de oluyorlar diye düşünüyorum…

O gün o kadar yorulmuşum ki çocukları yatağa bile koyacak gücüm olmadı. Zaten bir kaç gündür hasta gibiydim, yorgunlukla birleşince ateşimin çıktığını gören koca kişisi beni yatağa gönderip çocukların kontrolünü ele aldı. Uyumadan önce aklımdan geçen şey ise beynimizde yaşadığımız kültürün bize yüklediği kötü olarak kodlanmış tüm ön yargıların bir gün silinip silinemeyeceğiydi…

Kadın Olmak

Son 3 gündür okuduklarım aklımdan çıkmıyor! O dünyalar güzeli masum yüz….

Her gün daha da zor olacak bu ülkede kadın olmak di mi? Her gün daha da artarak saracak içimizi kadın olmanın getirdiği sessiz görünmez o korku?

Ve vahşetlerin en korkuncunun karşısında bile yaşananları normal kılmaya çalışırcasına “Amerika’da da oluyor çenenizi kapayın” diyebilecek birileri ya da bir başkası çıkıp “mini eteği giyip çıkarsan tacize uğrayınca da bağırmayacaksın” deme cesaretinde bulunabilecek! Söyleyin bana, bir kadına isteği dışında dokunulamayacağı gerçeğini bunlardan hangisi değiştirebilir?

Amerika’da da çok korkunç şeyler oluyor ama Amerikalı her kadın hayatında en az bir kere taciz edilmiş midir acaba? Bu soruyu Türkiye’de sorun isterseniz. Alacağınız cevap kesindir. Her Türk kadını hayatlarının bir döneminde elle, gözle, lafla, sözle, büyük ya da küçük en az bir kere taciz edilmiştir! Bu mudur normal olan? Bu mudur çenemizi kapamamızı istediğiniz gerçek?

Son 3 gündür bu ülkede anneler kızlarını evlerinin kapısından yolcu ederken daha da korkuyla gönderir oldular. Her evde “aman kızım hava kararmadan gel” diye başlayıp uzun uzadıya öğütler dökülüyor annelerin ağzından… Bu korkuyla yaşıyor Türkiye’de kadınlar… Bu normal mi?

Terazi erkeklerden yanadır bu ülkede, onlar daha avantajlıdır. Bırakın Türkiye’de kadın olmayı kadın doğmak bile problemdir aslında! Daha doğmadan -doktor ultrasonda bakıp bebeğin cinsiyetinin kız olduğunu söyleyince-başlar kiminin çilesi. Daha dünyaya bile gelmeden erkek olmadığınız için doğumunuz üzebilir birilerini… Daha doğarken 1-0 yenik başlar kadınlar bu ülkede…

Kadın olmak paranoyak olmak demektir bu ülkede… Bir erkek size iyilik yapsa huylanır geri adım atarsınız. Amacı başkadır der korkarsınız… Kaba davransa sesinizi çıkaramayacağınızı düşündüğündendir…

Eğitim-öğretim hakkından yoksun kabilirsiniz sadece kız doğduğunuz için… Kampanyalar düzenlenir sadece kız çocukları okula başkasın diye. Baba biraz aklı başında ise o kızın hayatı bir nebze kurtulur, bir çok şeyden sıyrılır hayatın içinden. Ama okursa namusunu yitirir diye namussuzluk yapıp daha 13 yaşında başlık parasına satıp 50 yaşındaki adama da verebilirler sizi… Okursa da kolay kolay iş bulamaz kadın. Eğer iş bulursa başarısından değil de güzel ve alımlı olduğu için işe almışlardır mutlaka!

Kadın olmak hayatta kalmayı başarabilmektir bu ülkede… Başına bir şey geldiyse eğer sen de “aranmışsındır”… Kadın yaratıldıysan eğer, hep kendini sakınman gereken bir şeyin var demektir. Gülüşün, giydiğin, yürümen, konuşman…

Yolculuklarda, sinemada, tiyatroda, konferanslar da bile kadın mutlaka kadın yanına oturmak ister. Çünkü ışıklar sönünce yanındaki erkeğin aklına ne geleceğinden emin olamaz…

Türkiye’de kadın için sadece gündüz vardır. Hava kararmadan evine varmalıdır kadın… Eğer ola ki gece bir kapkaç, taciz yaşanmışsa, karakola gittiğinde ilk olarak “o saatte orada ne işin vardı” diye sorulur…

Bazen düşünüyorum da suç mudur kadın olmak?

Hayatın Anlamı

Bir Amerikalı, bir Brezilyalı ve bir Türk… Aynı fıkradaki gibiyiz… Biri daha yeni 30’unda (Amerikalı), diğeri 40’lı yaşların başlarında (Brezilyalı), ve ben 30’lu yaşların sonlarında (Dikkat ederseniz kendimden bahsederken “40’ına merdiven dayamış” ifadesini kullanmıyorum! Hayır canım, daha 3 sene var 40’a alalalaala:) gelmiş 3 kadın oturmuşuz sohbet ediyoruz…

Amerikalı arkadaşıma bakınca gençliğimi, Brezilyalı arkadaşıma bakınca ise geleceğimi görüyorum. Ben tam ortadayım… Amerikalı arkadaşım için hayat şu an için sadece işi ve kariyeri… Başka bir şey düşünemiyor bile… Planları var, çok çalışıyor, tatil bile yapmıyor… Hep çalışıyor… Brezilyalı arkadaşımın ise 13 yaşında bir tane kızı var. Vaktiyle ikinci çocuğu yapmadığı için kızıyor bazen kendisine ama çoğunlukla mutlu halinden çünkü artık tamamen düzlüğe çıkmış. Evlerinde bir çocuk değil de bir yetişkin olduğunu anlatıyor bize… Hayatın ne kadar değiştiğini, benim işimin şu an için ona ne kadar da zor göründüğünden bahsediyor. Uykusuz kaldığımı görünce o günleri hatırladığını tek çocuğun bile onu fazlasıyla yorduğunu beni hayal edemediğini söylüyor… Oysa bana hiç zor gelmiyor şu an yaşadıklarım… Ona da diyorum zor gelmiyor bana diye… Daha gençsin o yüzden diyor gülüyoruz…

Sohbet çok keyifli… Aslında daha 1,5 sene önce tanışmışız ama sanki senelerdir tanıyor gibiyiz birbirimizi… Kimse kendini farklı göstermeye çalışmıyor… Otururken bir bakıyorum da yüzümüzde makyaj bile yok… Herkes kendinde beğenmediği şeyleri bir çırpıda itiraf edebiliyor ya da birbirimize ayıp olacak diye istemediğimiz hiçbir şeye evet demiyoruz… Herkes o kadar açık ki birbirini yormuyor bu arkadaşlık… Bazen birbirimizi hiç arayıp sormadığımız zamanlar oluyor. Herkes kendi hayatında, kendi telaşında oluyor. Sonra birden whats app’tan üçümüzün konuştuğu ortak gruba bir fotoğraf gönderiyor birisi. Evindeki masada içtiği kahvenin fotoğrafını çekmiş yollamış. “Birlikte de içsek artık diyorum.” yazıyor… O kahve fotoğrafı öyle bir sohbet açıyor ki birimiz ofisinden, diğeri alışveriş yaparken, ben çocuğumun altını değiştirirken kahvemizi birlikte içiyoruz sanki…

Onlar konuşurken onları da dinliyorum ama bunlar da geçiyor aklımdan… Ailemden arkadaşlarımdan bu kadar uzakta kendi çekirdek ailemin dışında yanımda birileri olduğu için mutlu oluyorum… Yeni yılın ilk buluşması olduğu için mi bilmiyorum herkes 2015 planlarından bahsediyor birbirine… Her sene olduğu gibi bu sene de 2015’te tüm yapmak istediklerimi yazıp sonra sene sonuna doğru o notlara tekrar baktığımı anlatıyorum onlara… “Size hepsini söyleyemem ama…” diye başlayıp söyleyebileceğim kaç tanesinden bahsediyorum onlara….

Sonra konu “Hayatın anlamı ne sizce?” ye kadar geliyor. Hepimiz hayatın farklı evrelerinden dünyanın bambaşka üç ayrı yerinden farklı kültürlerden gelmiş üç ayrı kadınız… Brezilyalı “arkadaşım ben bilmiyorum bu sorunun cevabını” diyor. Sonra ekliyor “Kızım herhalde…” Kızın büyüyecek, evlenecek, kendi hayatı olacak, o zaman o aktif olarak hayatında olmadığında hayatın anlamsız mı olacak peki diyorum…. “Hııımmm doğru…” diyor. Amerikalı arkadaşım düşünüyor; “Kendi hayallerini gerçekleştirmek olabilir belki de, bilmiyorum ki” diyor… “Yani hayallerinin hepsi gerçek olunca artık hayatın bir anlamı kalmayacak mı peki?” diyorum… Kızıyorlar bana; “Her şeye bir lafın var ama!!!” diye… “Bilmiyorum, konu açıldı ben de sorguluyorum işte diyorum…” Gülüyoruz… Brezilyalı arkadaşım dönüyor “Peki senin için hayatın anlamı ne?” diyor. Ben bu sorunun cevabını kendim için bulalı çok oluyor diyorum… İkisi de şaşırıyor “Ciddi misin?” diyorlar… Gülümseyerek başımı sallıyorum… Onlar cevabı merak ederek gözlerimin içine bakıyorlar… “Benim için hayatın anlamı mutlu olmak” diyorum. Sanki biraz hayal kırıklığına uğruyorlar duyunca… Sanki daha büyük bir şey bekliyorlar bu sorunun cevabını… Üzerine bayağı konuşuyoruz…

Otoparkın orada birbirimize sarılıp ayrılıyoruz… Onlardan ayrılıp arabaya doğru yürürken içimde bir mutluluk hissediyorum… Yaşadığımı hissedip kendi kendime Türkçe ve biraz da sesli “İşte” diyorum. “Bana mutlu hissettiren her şey hayatın anlamı!” Yüzümde bir gülümseme…

 

Çoluk Çocuk Seyahat Notları

Çocuğundan ayrı tatil yapabilen biri olamadım ben… Hani çocukları 2-3 günlüğüne anneannemize/babaannemize bırakıp gittiğimiz bile olmadı. Hoş, şu anda Türkiye’de olmadığımız için zaten böyle bir şansımız da yok. Ama vaktiyle deneseydik belki de çok sevip “işte şimdi tatil yapıyoruz!” diyecektik muhtemelen. Diğer taraftan çocuk sahibi olmadan önce bile söz konusu tatil olduğu için, yani keyfi bir konu olduğu için, tatili çocuklardan uzak geçirme fikrine pek sıcak baktığım da söylenemez… Ördek ailesi gibi yaşamayı seviyorum belki de… Ama konu çocuk olunca HİİİÇÇÇÇ mi HİİİÇÇÇÇ büyük konuşmam ben. Şu an böyle düşünsem de iki gün sonra ne olur bilmem… Bir gün burada uzun uzadıya çocuksuz tatilin keyfini de yazıyor olabilirim… Sadece şu an için özetle ayrı gayrı sevmiyorum diyelim..

Bu anlamda 2014 yılında çocukla seyahat etme konusunda hızlandırılmış bir master yapıp “annelik kariyerimde” çok önemli bir kazanım elde ettiğimi söyleyebilirim. Yaşarken farkında olmasan da sonradan bakınca pek çok konuda bayağı pratikleştiğini görüp şaşırıyorsun. Zaten hep diyorum çocuk denilen minik ister istemez insanı daha becerikli, daha organize, daha planlı ve programlı bir insan olmaya zorluyor. Çünkü bu minikler rutin seviyor. Aksi halde hayatı sana dar ediyorlar:)

Geçen sene yaptığımız seyahatlere bakınca; arabayla Indianapolis’ten 1.562 km. uzaklıkta olan gidiş dönüş toplam 10 günlük Orlando yolculuğumuz, biri 4,5 diğeri 8 aylık iki çocukla tek başıma 11 saatlik Amerika-Türkiye uçak yolculuğu (+3 saat daha eklemek gerekiyor çünkü direkt uçuş olması için yine aynı gün Chicago’ ya arabayla 3 saat gittik), arabayla 1.145km. lik New York yolculuğu ve daha bir hafta önce döndüğümüz Amerika’nın en güneyine Key West’e kadar arabayla gittiğimiz (2.177km.) 15 günlük seyahate kadar bir çok yolculuk var. Hepsinden bir şeyler öğrendim.

Hani havada ve karada çocuk milleti ile seyahat konusundaki bu donanımım bana “annelik kariyerimde” yeni kapılar açar diye sevineceğim ama açacağı tek kapı çamaşır makinesinin kapağı olabilir ki her yolculuk sonrasında bitmeyen çamaşırlar da ayrı bir yazı konusu olabilir benim için…

Çocuklu seyahatte bana en zor gelen kısım her zaman için yemek konusu olmuştur. Bu sebeple araba ile yaptığımız yolculuklarda yanımızda mutlaka buzluk taşıyoruz. Hatta seyahatten önceki gün bulgur pilavı, köfte, mercimek ya da şehriye çorbası, peynirli/kıymalı börek gibi bir kaç yemek yapıp yanımıza alıyorum. Dışarıda (özellikle de Amerika’da) çocuklara uygun sağlıklı yiyecek bir şey bulma konusunda çok zorlandığımdan bunlar bir kaç gün idare ediyor. Bunun dışında yanımıza yoğurt, peynir, yumurta, ekmek, meyve gibi bir kaç temel yiyeceği de mutlaka alıyoruz. Ayrıca zor durumlar için yanıma hep bir paket de makarna alıyorum. Çünkü kaldığımız otel zincirinin mutfaklı odalarını tercih ediyoruz. Bazen gideceğimiz yere vardığımızda saat akşam 9-10 olmuş oluyor. Çocuklar yol boyunca uyumuş oluyorlar ve otele vardığımızda ikisi de aç kurt gibi uyanıyorlar. O saatten sonra da dışarı çıkmaktansa otel odasında onlara makarna yaptığım ya da güzel bir kahvaltı hazırladığım zamanlar oluyor.

Bunun yanı sıra kısa kısa seyahat notlarıma gelirsek:

– Çocuklarla seyahat ederken her zaman çocuklar için bir ya da iki set yedek giysi yanımızda taşırız da hiçbir zaman kendimizi düşünmeyiz değil mi?! Oysa kusan çocuk olay anında %99.9 ya anne kişisinin kucağındadır ve olduğu gibi annesinin üzerine kusar ya da anne kişisi olaya müdahale ederken hafif de olsa mutlaka o kusmuk/yemek her neyse bir şekilde anneye bulaşır. Bakınız şekil 1A! Türkiye’ye uçak yolculuğumuzda o zaman 8 ayılık olan minik oğlum tam da havalananından içeriye girdiğimiz anda olduğu gibi üzerime kusmuştu! Tabii onun da giysileri, üzeri battı ama anında sırt çantasından yedek kıyafetler çıkarıp onu mis gibi yaptım da kendim öyle ıslak mendille silinmiş kusmuk kokulu kıyafetlerle 11 saatlik uçak yolculuğuma adım atmıştım. Yani neymiş; o sırt çantasında bir yedek pantolon ve üstüne bir şey de anne kişisi kendisi için taşınmalıymış!

– Tamam yanımızda buzluk taşıyoruz da bir de arabada ya da uçakta hemen el altında olacak atıştırmalıklara da ihtiyaç oluyor. Uzun süren seyahatlerde çocukların acıkıp huysuzlanması çok da beklenen bir durum olduğu için anne kişisinin el çantasında mutlaka acil durumlar için bir şeyler vardır. Yalnız buradaki kritik nokta yolculuk sırasında karışık yiyen çocuğun yediklerini kusmasının an meselesi olmasıdır. Bu sebeple yanıma aldığım şeylerin sağlıklı minik atıştırmalıklar olmasına dikkat ediyorum. Fikir vermesi için size bu atıştırmalıkları sıralayayım:

  • Amerika’da bulduğum bazı pratik atıştırmalıklar bu konuda işimi oldukça kolaylaştırdı. Minik organik havuçlar buldum mesela. Havuçların boyutu da küçük parmağım kadar. Abi kardeş bayılıyorlar bu havuçlara.
  • Onun dışında mozzarella peyniri minik minik kesip kilitli küçük cam bir kaba koyup yanıma alıyorum. Bazen yanımda hem ağırlık yapmamak için hem de çocukların eline rahatça verebilmek için kilitli poşetlere de koyduğum oluyor. Özellikle küçük oğlum araba koltuğunda otururken bir eliyle poşeti tutup diğer eliyle peynirleri ağzına atmaya bayılıyor. Elinden poşeti almaya kalkarsanız kıyamet kopuyor.
  • Yine salatalıkları (Kış mevsiminde olsak da organik minik salatalıklar bulabiliyorum burada) yıkayıp kilitli bir poşete koyup yanıma alıyorum. Çocuklar meyve yer gibi yiyorlar salatalığı.
  • Özellikle büyük oğlum günde mutlaka 2 adet elma yediği için. Seyahate çıkarken elmasız çıkmayız biz. En ideali elmaları yıkayıp tek tek şeffaf streç ile paketlemek. Mevsime göre tüm meyveler ideal bir seçenek olabilir. Ayrıca vitamin ve mineral deposu olan, içerisinde bol miktarda C vitamini, manganez, B1, B6, bakır, magnezyum ve lif bulunduran ananası da unutmayın.
  • İki dilim ekmeğin arasına krem peynir ya da tereyağ sürüp üzerine de rendelenmiş kaşar peyniri koyuyorum. Kaşar peynirini dilimleyip koyarsam çok kalın oluyor ve çocuklar rahat tutup yiyemiyor. Bu sebeple rendelenmiş olarak koyuyorum. Ekmeği ortadan ikiye kesip kilitli poşetlerde yanımda taşıyorum. Hem tok tutuyor hem de kusma vs ye karşı midelerini bastıran bir yiyecek oluyor.

– Seyahat ederken aynı anda farklı mevsimlerin yaşandığı yerlere gidecekseniz size en büyük tavsiyem yazlık ve kışlık diye iki ayrı çanta hazırlamanız olur. Bir hafta önce kış mevsimi ile başlayan yolculuğumuz güneye doğru indikçe yaz mevsimine dönüp de aynı bavulda hem kazak hem mayo taşıyınca bu kanıya vardım. Zira eve dönüş yolunda kuzeye doğru gittikçe sonbaharı ve sonra yine kara kışı yaşayınca her konakladığımız yerde bavulda giysi ararken elime gelen mayolar oldukça hüzünlüydü benim için:) Oysa yazlık kışlık diye iki ayrı çanta hazırlamış olsaydım diğer bavulu arabada bırakıp her konakladığımız yerde otele taşımaktan da kurtulurduk.

– Özellikle uçak yolculuklarında diğer yolculara da rahatsızlık vermemek için çocukları oyalayacak bir şeyler bulmak hiç de kolay değil. Kendi arabanla seyahat ederken olduğu gibi rahat değilsin. İşte geçen sene Türkiye’ye gelirken oyalansın, yolculara rahatsızlık vermeyelim diye uçakta oğlumun eline iPad verme gafletinde bulunduğumdan beri bu konuda oldukça temkinliyim. Tek başıma olduğum için biraz da zorunlu olarak almıştım yanıma iPad’i ama araba yolculuklarımızda kesinlikle iPad, iPhone söz konusu bile olmadı. Zaten o da hiç istemedi. Onun yerine otele ne kadar kaldığını haritadan gösterip mesafeleri anlamasını sağladım. Ya da “Ne zaman geleceğiz?” sorusuna “hadi bize yardım et. Üzerinde 92 yazan levha görürsen söyle o levhanın olduğu çıkıştan başka yola girmemiz gerekiyor.” gibi görevler vererek onu meşgul etmeye çalıştım. Zaman kavramını anlaması için o ne zaman “Otele gitmemize kaç dakika kaldı anne?” diye sorsa “Bir saat yani 60 dakika oluyor. Yani bak kolumdaki saatin uzun çubuğu taa buraya gelince vs. vs. ” diye anlatmaya çalıştım. Yolculuk bitince biz de bitiyorduk tabii… Ama yine de seyahatlerde bizi en çok rahatlatan oyuncak Lego oldu! Doruk tam bir Lego tutkunu. Kendisi bir şeyler yapıp sonra da onunla oynamaya bayılıyor. En az 1 saat böyle oyalanabiliyor. Bu sebeple Legosuz bir seyahat düşünemiyorum.

– Oyuncaklar, yiyecekler, sabır! ve her şey bitip tükendiğinde ise bizim evin sevilen kahramanı “Kurbak” giriyor devreye:) Kurbak benim evde bir kriz anında elime havluyu takarak, sesimi değiştirip doğaçlama konuşturduğum bir kukla. Kurbak adını Doruk taktı. Sevgili Kurbak konuşmaya başlayınca ikisi de çok gülüyor. 16 aylık Doran bile cidden kahkaha atarak gülüyor Kurbak’a. Ne anlıyor acaba, ne zannediyor… Merak konusu…

Çocuklarla yolculuk yapmanın en güzel yanı ise onlara kitaplardan gösterdiklerini yaşayarak öğrenmelerini sağlamak. Mesela Florida’ya gittiğimizde bir safari turuna katıldık. Daha 16 aylık minik oğlum için bataklığın içinden tekne gibi bir botla biraz abartılı bir deneyim olsa da büyük oğlum için timsahları, kocaman su yılanlarını, su kaplumbağalarını bir el mesafesi uzaktan görmek tarifsiz bir tecrübe oldu sanırım.

Onların mutluluğunu görmekse tüm yorgunluğunu alıyor. Eeee çocuklu hayatta her şey çocuklar için değil mi zaten… 15 gün arabayla her gün başka şehirde kalarak taaa Miami’ye kadar gidip hayvanat bahçesine mi giderdik biz yoksa…

“Zorunda mıyım!”

Bundan bir kaç ay önce büyük oğlumla akşam uykusundan önce kitap okumak üzere yerimize kurulduk, tam yeni aldığımız kitaba başlamak üzereydim ki seninkinden bir soru geldi; “Anneeee, sen bana okuduğumuz kitapların yazarlarını hiç söylemiyorsun?! Ben hiç bilmiyorum bu kitapları kim yazmış???!!!”

Kitap elimde, yüzümde ise “işte yine Mahmut Hoca (bknz Hababam sınıfı) soruyu bilmediğim yerden sordu” edasıyla şöyle bakakaldım bir süre… Hani daha bu çocuk yeni 5 oldu! Öyle 7 ya da 8 yaşında filan değil ki! Tamam yazarın adını okumakla yaşın belki ilgisi olmayabilir… Bilmiyorum ama demek ki ben o vizyonda bir anne değilmişim işte bunu çok net biliyorum! Beyimizin bu uyarısından önce hiç yazar adı okumuşluğum olmamıştı. Haa bu yazıyı okuyanların içinden çocuğuna okuduğu kitapların yazarlarından da bahseden/okuyan anne babalar varsa onları cidden takdir ediyorum ve önlerinde saygıyla eğilmek istiyorum… Benim aklıma gelmemişti doğrusu… Her neyse, o günden sonra biz her kitap okumaya başladığımızda ben önce kitabın adını, sonra yazarın adını okuyup, eğer kitabın üzerinde yazarla ilgili bilgi varsa onu da okuyarak asıl kitaba geçiş yapar oldum. Şimdi bu son cümle hepinizin kulağına çok hoş geliyor değil mi? Ne kadar güzel, çocuk için ne kadar da iyi bir alışkanlık kazandırmış oluyorum vs. vs…. Hayır efendim! Dışı seni, içi beni yakar hesabı olay hiç de öyle göründüğü gibi değil!

Ben her okuduğumuz kitabın yazarının kaç çocuğu olduğunu, nerede yaşadığını, fotoğrafını, o kitabı kime yazdığını, böyle bir kitabı niçin yazmış olabileceğini, kitaptaki resimleri onun mu yoksa bir başkasının mı çizmiş olduğunu, eğer başkası çizdiyse onun kim olduğunu, onun fotoğrafını, çocuğu olup olmadığını, eğer varsa kaç çocuğu olduğunu bilmek ZORUNDA MIYIM!!! Hayır yani kitap ile ilgili sorulara cevap vermekten ya da vermeye çalışmaktan kitabı okumaya vaktimiz kalmadığı zaman oluyor! Bu çocuğun bana bir “google” gibi davranması gurur okşayıcı bir şey olabilir belki ama ben o noktaya gelmek için kitap öncesinde kendimi üniversite son sınıfta finallere hazırlanıyor gibi hissediyorum! Yani her yeni kitaba geçişte bir stres basıyor beni! Kitabı elime alıyorum “şimdi bu çocuk bana yine bunları soracak, dur en iyisimi ben bir internete girip okuyayım şunları” diye oturuyorum bilgisayar karşısına… Yazarlara mail yoluyla ulaşıp onlarla bir buluşma ayarlasam Doruk kendi sorularını kendisi mi sorsa acaba diye düşünecek derecede çılgına çevirdi bu çocuk beni yani! Ayrıca kitap hakkındaki onca gerçek, derin ve detaylı bilgiden sonra çocuğa okuduğum konuşan boyama kalemleri, uçan filler, ağlayan ağaçlar da bir garip oluyor sanki… Kitaba başlamadan önce kitabın yazarının adını okumuşum, ayrıca dediğim gibi eğer üzerinde yazarla ilgili bilgi varsa onu da okumuşum…. Artık sana ne yazarın niçin böyle bir kitap yazmış olabileceğinden di mi?!

Yani tamam hoş bir şey, çocuklara kitapların yazarlarının ismini de okumak gerekiyor da böyle de olmaz ki! Bir de her gece biri Türkçe diğeri İngilizce iki kitap okuduğumuzu düşünürsek bana da günah yahu!

Annemin Doruk’u “5N 1K” diye çağırmasından mütevellit, ben tüm kitapların yazarlarını tanıyıp bilmek ZORUNDA MIYIM?! Hadi bilmek zorunda değilim tamam da, bilinçli anne olacağım diye illaki çocuğumun her sorusunun cevabını araştırıp bulmak ZORUNDA MIYIM?! Çocuğum bana soru sorduğunda “bilmiyorum evladım bu bahsi kapatalım lütfen” deyip işin içinden sıyrılamaz mıyım? Her zaman hep doğrusunu yapmak ZORUNDA MIYIM???!!! Hani biri çıkıp da “Yoo zorunda değilsin tabii ki de” dese bile ne olacak ki! Anneysen zorundasın…

Sütlaç

Önemli Not: Okuyacağınız yazı tamamen sütlaçla ilgilidir. Bir cümle içerisinde okuyabileceğiniz “sütlaç” kelimesinin sayısı hakkında sizi uyarmak istedim. Hemen şimdi hiç bir şey olmamış gibi yapıp günlük hayatınıza devam edebilirsiniz ya da okursanız da uyarmadı demeyin!

Hayatımda en sevdiğim tatlı ne baklava ne öyle içi fıstıklı kadayıflar oldu benim… Ben basit, sade, mis gibi sütlaç severim… Dışarıda yapılan sütlaçlar değil ama ev yapımı… basit sade sütlaç.

Rahmetli canım anneannemin yaptığı sütlacın tadı ise hiç bir yerde yoktur… Bir tek anneminki yakın gelir, ama o bile yine de anneanneminki gibi değildir.. Ya da çok büyük bir ihtimalle benim ona olan özlemim böyle hissettiriyor… Biz küçükken her hafta Cumartesi günleri anneannemde toplanırdı tüm aile… annemler, yani dört kızkardeşin her biri, bir çeşit yapıp getirirdi anneanneme… Anneannemden ise sadece sütlaç isterdik hepimiz… Kocaman tenerede kaynayan sütlacı dün gibi hatırlarım… Resim o kadar netki hayalimde… Eksiksiz bir araya geldiğimizde annennem dahil tam 15 kişi oluyorduk. Herkese bir kase sütlaç mutlaka düşerdi de geriye kalan 4-5 kase sütlacın kimin tarafından yeneceği pazarlık konusu olurdu biz kuzenler arasında… Analar hep fedakar tabii… hep “siz yiyin yavrum” derlerdi…

Benim sütlaç sevgim böyle başladı sanmayın. Daha çok çok küçükken, her gün annemden sütlaç istediğim zamanları, dolaptaki sütlaç sayısı azalınca alarma geçip anneme yeniden yapabilir mi acaba diye sorduğumu çok net hatırlıyorum. Bizim evde hep bir kap sütlaç olurdu… Abim muhallebi severdi, ben ise sütlaç… Anacığım aynı anda hem sütlaç hem muhallebi koyardı ocağa…

Ben bu kadar sütlaç delisiydim tamam ama sorun bakalım “hiç kendin için sütlaç yaptın mı peki?” diye! Hayatımda ilk yaptığım sütlaç 35 yaşındayken Doruk oğlum için oldu!!! O zamana kadar bir kere bile kendim için sütlaç yapmayı denemedim bile… Evlendikten sonra bile ne zaman Ankara’ya gitsem annemden sütlaç isterdim de eve dönünce hadi bir de ben yapayım demek aklıma gelmezdi.

Büyük oğluma hamileyken annem doğum için yanımıza gelmişti. O zaman New York’ta yaşıyorduk. Tabii ben annemi görünce sütlaç damarım tuttu yine… Bir de hamileyim ya, daha bir hak görerek kase kase bitiriyordum sütlaçları… Hatta doğum sancılarım artık 5 dakikada bire indiğinde hastaneye gitmek için evden çıkmak üzereyken annemin endişeyle “Kızım açsın, dün gece yemek de yememiştin…” demesiyle birden aklına dolaptaki sütlaç gelip, o sancılar içinde bile bir kase sütlacı mideye inderebilecek kadar fanatik bir düşkünlük benimkisi!!! Acıdan gözümden yaşlar geldiğini ama hala sütlacı da yemeye devam ettiğimi hatırlıyorum… Yüzümde o ağlayan ifade, elimde sütlaç yerken fotoğrafım bile var! Koca kişisi bu anı kaçırmamış. Fanatikliğim de belgeli yani… Hatta büyük oğlum doğduğunda sürekli anneme “Anneee bu çok güzel bir şey, sütlaç gibi kokuyor anneee” dediğimi biliyorum… Çocuğunu bile “sütlaç gibi kokuyor” diye seven bir manyak anne!

Sanırım sütlaç sevgimin boyutları net olarak anlaşıldı değil mi 🙂 Şimdi bunu neden bu kadar anlattığıma geliyorum. Çünkü şimdi de benim sütlaç delisi bir oğlum var! Acaba ona doğuma giderken o yediğim bir kase sütlaçtan dolayı mı bu çocuk böyle diye düşünmüyor değilim!

Bizim evde her iki günde bir sütlaç yapılıyor. Buzdolabımızı ne zaman açsanız sütlaç bulabilirsiniz. Tabii benim için ne kadar zor bir durum düşünün… Annem bize yaptığı sütlaçları hiç yemezdi… Yemeyi bırak eminim elini sürmek aklına bile gelmezdi! Ama ben!!!! Normal sıradan bir gün, yemek yaparken buzdolabından bir şey almak için dolabı açıp da o mis gibi sütlaçları orada görünce önce bir yutkunuyorum, sonra elim uzanacak gibi olurken bir ses şöyle diyor : “yok yok yeme sakin, zaten iki tane kalmış. Bu çocuk okuldan gelince minimum iki tane yiyor. Şimdi bir tane kalmış görürse der ki anne öbürü nerede….” Yavaşca dolabın kapağını kapatıyorum ama biliyorum ki onlar orada… İşte o andan sonra beynimdeki konuşmalar şöyle devam ediyor: ‘Evde süt var, pirinç var, şeker var…. Yani yesem de yenisini yapabilirim aslında di mi… hem zaten zor bir şey de değil yapmak… çok vaktimi de almaz… Nasıl olsa yarın yine yapmayacak mıyım… Yok yok şimdi bir de sütlaç çıkarma bunca işin arasına…. yeme sakın… ay sen ne biçim annesin yahu! Senin annen sana hiç böyle mi yapardı!… annem ne olsa ben yemem kızım siz yiyin derdi, sen de çocuğunun yiyeceğine göz dikiyorsun! Ama canım yenisini yapacağım… Oğlum okuldan gelince yine bulacak sütlaç dolapta! Bu göz dikmek sayılmaz! Olsa olsa bayat olanın yerine yenisini koymak ve eskiler de ziyan olmasın diye fedakarlık(!) yapmak olabilir mesela!”  yani işi fedakarlık yapmak boyutuna kadar getirebildiğim bir gerçek! Kimi zaman bu fedarlık hikayesi ile dolaba saldırıp silip süpürüp kimi zaman da “yok sen annesin aaaa!” diye kendime gelip elimi bile süremediğim zamanlar oluyor… Ama bana yazık değil mi!

Doruk Paşa bugün okuldan eve geldiğinde yine mis gibi içerisine limon kabuğu rendelenmiş sütlaçları onu bekliyordu. Bir gece önceden sipariş vermiş ve sonuna da eklemişti; “Anne, anneciğim ben evde hep sütlaç olsun istiyorum. Yani biterse ben hiç sana söylemesem bile, senden istemesem bile bitince sen hemen yenisini yapabilir misin? Sanki hiç bitmeyen bir yiyecek gibi olsun sütlaç… Ne zaman dolabı açsam orada olsun!” Böyle yüzümde bir gülümsemeyle dinledim oğlumu. Hani şöyle ağzını doldura doldura ” Alalalaalaaaa kime çekti bu çocuk bilmem ki!” bile diyememek de komik oluyormuş bazen…

Iron Men’s Mom!

5 sene önce bugün, hayatımın en değerli ve en güzel doğum günü hediyesini aldım ben… Doğum günümden tam bir gün önce başlayan doğum sancılarıyla değişti benim bütün kimyam… Ben, ben değildim artık… Yepyeni biriydim… Sanki ben de onunla yeniden doğdum o gün…

İçimde o güne kadar gün yüzüne çıkmayan gizli bir “ben” daha varmış meğer… O gün sadece büyük oğlumla değil, bunca sene varlığından bile haberdar olmadığım bu yepyeni duygularla da ilk defa tanışıyordum… Öyle bir sevgiydi ki yoruyordu insanı… Bir insan bütün duyguları aynı anda yaşatabilir miydi bir insana? Yaşatıyordu… Mutlulukla onu öperken birden ağlayabiliyor, derin uykudayken sanki hiç uyumuyormuş gibi yataktan kalkabiliyor, yorgunluktan öleceğini düşünürken bir bütün günü onu kucağında taşıyarak geçirebiliyordun… Bunca sene neredeydi bu kadın peki?! Hiç adil değilsin hayat, çocuktan önce gönderseydin ya bana bu kadını! Dünyaları devirirdim ben bu dayanıklı, becerikli, güçlü, yılmaz yorulmaz ahtapot kadınla!

Çocuk sahibi olduktan sonra değişmeyen kadın var mıdır ki acaba!? Hiç zannetmiyorum…

Sonra yeniden… 4 sene sonra geçen sene Eylül sonunda tekrar en tepeye vurdu bu duygular… Boşuna “doğum” demiyorlar buna… Çünkü sadece doğurmuyor, her doğumla yeniden doğuyorsun aslında…

Küçük oğlumla birlikte daha da değişti hayat… Daha da güzelleşti… Annelikte daha başka duygular da saklıymış meğer hala bilmediğim… Küçük oğlumla anneliğimin bilmediğim yönlerini de keşfettim… 4 senenin tecrübesiyle endişeler azaldı… Onun yerini güven aldı… Anne olmak daha da keyiflendi… Bildiğin yollarda yürümek hem çok kolaydı hem de hangi taşa basarsan kayacağını bildiğin için önünü daha rahat görebiliyordun…

Büyük oğlumun oyun oynarken bana dediği “Anne şimdi ben Iron Man oldum anne, sen de Iron Man’in annesisin” lafı çok güldürmüştü beni… Superman, Spider Man, Iron Man, Batman… Onların favori kahramanı hep değişecek belki ama ben hep onların annesi olacağım…

Bir gün sonra 37 yaşında olacağım… iki oğlum var… Hayattan gün alırken oğullarıma vereceğim hayat nasihatı de onların anlayacağı dilden olsun:

Hayata Spiderman’in ağları gibi her zaman tüm gücünüzle sıkı sıkıya sarılın… Doğru olduğuna inandığınız yolda ilerlerken Batman gibi adaletin savunucusu olun… Clark Kent’in kimliğinde gizlenen Superman hep içinizde saklı dursun ama Superman’in X-ray görüş özelliğindeki gibi her şeyin görünen yüzünün aksine onun arkasındakini de görebilin…. Iron Man gibi zırhında çok gelişmiş güçlü ve akıllı füzeler, değdiği yeri yok eden lazerler, manyetik kalkanlar bulunduramasanız da en büyük zırhınız aldığınız eğitiminiz ve terbiyeniz olsun oğullarım…

Burası Türkiye, Ana Vatanım!

Burası gözleri yaşlı anaların ülkesi… Yavrusunu dokuz ay canında taşıyıp, neredeyse içtiği suya bile dikkat edip pamuklara sararak büyüttükten sonra hiç tereddütsüz “vatan için evladım feda” diyen koca yürekli anaların ülkesi… Yaşananların acısı kalbini kor gibi yakarken kendi evladını öpüp sevmeye utanan insanların ülkesi… Gözlerini kapatıp başını yastığa koyduğunda o ağlayan annenin fotoğrafının gözünün önünden gitmediği kadınların ülkesi… Giden evlatlarının son bakışlarının, çaresiz annelerin isyankar çığlıklarının akıllardan atılamadığı insanların ülkesi… AVM’ler göklere uzanırken onlara bir tane daha eklensin diye gözünün yaşına bakılmayan vatandaşların ülkesi… Bir ağaç gölgesinin altında oturup çekirdek çitlemek için direnen çocukların ülkesi… Sofrasına ekmek beklerken kapısında acı haber bulan ailelerin ülkesi…

Burası Türkiye, ana vatanım!

Rüyalarındaki Kadın Olmak

Saat 20:45. Çocukları uyutmuşum. Babamız 3 gündür iş seyahatinde. Ev sessiz, çıt çıkmıyor. Zaten uyanmasınlar da ben de iki soluk alayım diye kelimenin tam anlamıyla “çıt” çıkarmaya korkuyorum. Parmaklarımın ucunda yürüyorum resmen… Çocuklar uyumuş ya bir huzur ve dinginlik hali var üzerimde… Elime kitabımı almışım yatağıma gömülmüşüm, pek bir keyfim yerinde…

Okuduğum kitaba kendimi bayağı kaptırmışım… Kitap, ölmek üzere olan yaşlı bir profesörün hayattan öğrendiklerini ve edindiği tecrübeleri eski bir öğrencisine aktardığı konuşmalardan oluşuyor. Kitapta geçen “… becoming the woman of his dreams…” (onun rüyalarındaki kadın olmak) ifadesi beni birden son iki gündür anlamadığım şekilde Doruk’un gece yarısı uyanıp hem de İngilizce olarak “Anneeee!” diye seslenip daha sonra yine ingilizce “seni seviyorum anne” dedikten hemen sonra yeniden uykuya devam etme halini gözümün önün getirdi… Ne garip diye düşündüm… Şimdi onun hayatındaki en önemli “kadın” benim diye geçirdim içimden… Tam böyle düşünürken 3-4 hafta önce yiyecek alış verişi yaparken meyve sebze reyonunda çalışan o kadının yanıma yanaşıp Doran’ı sevdikten hemen sonra söyledikleri geldi aklıma… Doran’ı kastederek “Ona mutlu bir aile ortamı ve güven ver. Bir de insanları sevmeyi öğret. BAŞKA HİÇBİR ŞEY VERMESEN DE OLUR…” demişti… Nedendir bilmem, benim karşıma hep böyle “bilge dede” misali insanlar çıkar, kendi kendilerine yanıma yanaşıp benimle konuşurlar ve sonra böyle kulağıma küpe olacak bir söz söyleyip gidiverirler… Hatta buraya da yazmışlığım vardır bu hikayelerden bir iki tane (Müzedeki Kadın, İn miydin Cin Miydin Yaşlı Teyze?) Her neyse konuya dönecek olursak hadi tamam “mutlu aile ortamını” ve “güven” kısmını anladım da “insanları sevmeyi” nasıl öğretecektim ki?!! Hani ne bileyim insanlara saygılı olmayı öğretirsin mesela ama çocuğu karşına alıp “bak oğlum herkesi sev tamam mı?” mı diyeceksin! Yani kadının ne demek istediğini tabii ki anladım da cidden bunu bilinçli olarak nasıl yapmam gerektiğini merak ettim ve tabii ki hemen ona sordum bu soruyu. Bana öyle hızlı ve basit bir cevap verdi ki şaşa kaldım; “Sadece ona sevgini gösterip bunu sık sık söyleyerek” dedi.

O gün biz, patates ve soğan reyonun hemen önünde Doran’ın aguları arasında abartmayayım ama belki 40-45 dakika sohbet ettik teyzeyle… Türk aklımla düşünüp müdürü yanımıza gelip ona laf edecek diye korktum bir ara ama ben değil teyze konuşuyordu ve benim Türk olduğumu öğrenince bana neredeyse tüm hayatını anlattı… Meğersem annesi Yunan, babası Türkmüş! Babasıyla ilgili sorduğum bir iki soruya verdiği cevaptan babasını pek tanımadığını, bu konuya girmek istemediğini hissettim ve hiç kurcalamadım. İki oğlu ve bir de kızı olduğunu söylerken Doran’a bakıp “Senin ilk çocuğun di mi? Daha gençsin” dedi ki işte benim teyzeye asıl kanımın ısınıp, kendimi bir yakın hissettiğim, öpesim geldiği an o andır! Şaka bir yana en büyük oğlunun eşini çok sevdiğini ama ortanca oğlunun eşi için aynı şeyi diyemeyeceğini söylerken bir anda gözleri doluyor gibi oldu… Ortanca oğlu ile ilgili üzüntüsü olduğu belliydi. “Oğlum evlendikten sonra onunla doğru düzgün iletişimimiz kalmadı” dedi ve uzun uzun ortanca oğlunu anlattı. Gelininin torununa verdiği terbiyeyi hiç beğenmediğini ama bir kelime bile söyleyemediğini, sadece oğlunun yüzünü görebilmek için ara sıra onlara gittiğini ama onların kendisini hiç ziyaret etmediklerini anlattı. İki erkek çocuk anası olarak çok dokundu bana söyledikleri… Sanırım benim bakışlarımdan hislerimi anladı ki Doran’a bakıp “inşallah gelinin seni hiç üzmesin” dedi. İçimden derin ve içten bir “amiiiinnnn”, dışımdan ise “I hope so” (umarım) diyebildim… Ayrılırken, Chicago’da yaşayan kız kardeşinin ona postayla babasının fotoğraflarını göndereceğini söyledi. Sanki ilk defa babasının resmini görecek gibiydi, çok heyecanlıydı… Bana marketin içindeki ofis gibi olan ayrı bölümü işaret ederek “bir dahaki market alış-verişinde mutlaka beni bul, fotoğrafları sana göstermek için dolabımda tutacağım” dedi. O günden sonra onunla bir kere daha karşılaştık ama fotoğrafları dolabına koymayı unutmuş. “Akşam eve gidince çantama koyacağım ama bir dahaki sefere sen gel beni bul tamam mı?” dedi. Henüz bir “dahaki sefer” olmadı ama ben de merak ettim. Bir ara uğrayacağım fotoğrafları görmek için…

İşte kitaptaki o cümle ile tüm bunları düşünüyordum ki bu sırada Doruk yine uyandı! Zaten benim oğlum geceleri deliksiz uyuyamaz ki diye düşündüm:) Yine beni çağırıyordu ama bu kez Türkçe… “Buradayım anneciğim yanındayım, ne oldu?” dedim. Gözlerini bile açmadan “Seni çok seviyorum anne” dedi ve geri koydu kafasını yastığına. Sarı saçlarını okşarken “Ben de” dedim. “Ben de seni çok seviyorum…”

Şimdilik rüyalarındaki kadın annesiydi…

“Parents’ Night Out” Kiiim Biz Kiiiim!!!

Geçtiğimiz hafta Belçikalı arkadaşımla buluştuk. Onunla Indianapolis’e ilk taşındığımız günlerde tanışmıştık ve ilk andan itibaren de sanki yıllardır tanışıyormuş gibi sohbet ederken bulmuştuk birbirimizi. Geçen şu 6 aylık zaman diliminde 2-3 haftada bir mutlaka bir araya gelir olduk zaten… Onun da Doruk yaşlarında bir oğlu ve de dünyalar tatlısı 16 aylık ikiz kızları var. Çocukların hepsi birbirinden güzel, birbirinden lokum… Al, ye, ısır, mıncıkla o derece yani… Karı-koca üç çocuklu hayatın ritmini öyle güzel tutturmuşlar ki üç tane bile olsalar çocuklarla da her şey yapılabilir dedirtiyorlar insana…

Kendi çapımdaki koşturmalı hayatımın içinde onunla buluşup bir araya gelmek ve laflamak çok iyi geliyor bana. Arkadaşlığı da anneliği gibi rahatlatıcı ve huzur verici… Kendime bir çok konuda onu örnek almaya çalışıyorum ve ona da söylüyorum zaten bunu… Çünkü çocuklu insanların hayatlarında kavga kıyamet konusu olan şeyler onların hayatlarında su gibi kendiliğinden olup bitiyor. Mesela hayatlarında çocuk uyutmak diye bir kavram yok! Akşam onlara yemeğe mi gittik. Ev sahibi çocuk uyutacağım diye içeriye gidip saatlerce ortadan kaybolmuyor onlarda… Saat akşam 7 gibi çocukları yatağına yatırıp aşağıya yanımıza iniveriyor! 16 aylık ikizlerini bile! Yani ne bileyim böyle tüm meseleyi çözmüş, ermiş biri…

Her neyse… O gün yine bir çok konu birikmiş, keyifli keyifli sohbet ediyoruz. Sohbetimiz sırasında arkadaşım bana her perşembe gecesi çocukları Amerikalı bir bakıcıya bırakıp kocasıyla başbaşa yemeğe gittiklerini söylüyor. “Her hafta mı?!” diyorum. “Evet!” diyor, “Her hafta!” ve devam ediyor; “haftada bir kez kendi kendimize kalıp sohbet ediyoruz. Lafımız hiç kesilmeden birbirimizle konuşup, hiç yerimizden kalkmadan yemek yiyoruz… Çok iyi geliyor, mutlaka siz de yapın” diyor. Ay ben bir gaza gel! Bir heveslen! Bir imren bir anda!!! Kendi kendime kızmalara başlıyorum önce “Yok efendim biz hiç kendimize değer vermiyormuşuz da!”, “Yok efendim Avrupalılar işte bu yüzden yaşlanmıyormuş da!” “Yok efendim biz Türk kadını hep saçımızı süpürge ediyormuşuz da” filan da falan da…. Kendi kendime iyice gaza geliyorum. Hemen Devrim’e diyorum tabii… ” Ya biz niye yapmıyoruz böyle?!” diyorum. “Hadi 2 numaralı bızdık mecbur bizimle gelecek ama Doruk’u “parent’s night out” olduğu akşamlar okulda bırakıp yemeğe gidebiliriz” diyorum. Doruk’un okulunda 2-3 ayda bir “Parent’s Night Out” adı altında akşam saat 18:00- 21:00 arası ebeveynler çocuklarını okula bırakıp dışarı çıkabilsinler diye okul açık oluyor. Çocuklar güvenli bir ortamda, okulda arkadaşlarıyla oyun oynarken anne babalar da biraz kafa dinleyebiliyor. Devrim’in de aklına yatıyor. Tamam diyoruz. Bir daha ki sefere biz de varız!

Bu olaydan tam da 1 hafta sonra yani bugün okuldan E-mail alıyoruz ki bu cuma okulda “parent’s night out” gecesiymiş!!! Eğer çocuğunuzu bırakacaksanız lütfen adınızı hemen çocuğunuzun sınıf kapısında asılı olan kağıda yazın diyor. Daha E-maili okurken “Doruk’u bırakalım demiştik ama ayyy oğluşumu niye akşam akşam okulda bırakacağız yaa…” diye içimde tereddütler beliriyor… Tam bu sırada Devrim aynı E-maili bana göndermiş ve şöyle yazıyor; “İşte bak bu cuma yemeğe çıkabiliriz!:)”. Benim içim kötü olmuş ama olayı da bu noktaya ben getirmişim ne diyeceğimi bilmezken aynı saniyede Devrim’den ikinci bir E-mail daha alıyorum; “Ya yok ya üzüldüm şimdi ben! Oğlumu da alalım hep birlikte gidelim boşver!” Ay ben bir rahatla! Bir sevin!!! Bir mutlu ol! Hayır sanki ısrar eden, adamın aklına bu fikri sokan ben değildim alalalalaaa…. Hemen Devrim’e geri cevap yazarsın “Ayy evetttt ben de aynı şeyi düşünüyordum!!! Nasıl mutlu oldum!!!! Niye oğlumuzu bırakalım hep birlikte gideriz yemeğe di mi!!!” diye! Manyaklık parayla değil! Kendiliğinden oluyor bende sağolsun!

Yani yok olmuyor da olmuyor! Haa ben şimdi 2 gün sonra Belçikalı arkadaşımdan yine dinleyeyim yine özenirim, coşarım taşarım da kendim yapamam işte…

Bizim evde “Parents’ Night” OUT biz IN!!!

“Sıcak Koyun”

Bundan bir kaç hafta önce, hatta belki bir ay evvel… Sabah annemle kahvaltıyı hazırlıyoruz… Hafta içi sabahları her evde olduğu gibi bizim evde de çok telaşlı…

Doruk oğlum hiç susmadan bir şeyler anlatıyor, konuşuyor… Hep arkamda, hep bir talebi var… Doran oğlum uyuyor… Annem yumurtaları koymuş haşlanıyor, bir yandan domatesleri yıkıyor… Ben “oğlum yüzünü hala yıkamamışsın Dorukcum?!!” diyorum. Doruk yüzünü yıkıyor ama sağolsun sadece yüzünü değil pijamasını da yıkamış! Üzerine bir damla su gelince “bu ıslandı artık” deyip çıkarıp atan bir oğlum var benim… Hoopp pijamalar çıkıyor bir çırpıda! Atletiyle kalıyor! Bizim üzerimizde hırkalar… Sabah saat 7 ama hava kapkaranlık gece gibi… Dışarısı yine eski bilmem kaç derece ve yine karlı (şu anda da yine kar yağıyor, sanki hep kar yağacak, hiç bitmeyecek gibi…). Neyse… “Oğlum üşüyeceksin” diyorum ama artık bir bıkkınlık da var bu konuyla ilgili üzerimde. Bir damla kolu ıslansa hemen üstünü çıkarıyor ve sonra ne kadar arkasından dolaşsam da yenisini giydiremiyorum. Bu yüzden uğraşasım yok giyinsin diye… Bu çocuk böyle Amerikalıların çocukları gibi çıplak çıplak dolaşıp üşümeyecek belki de aman elleme diyorum içimden… İyi bir yan bulmaya çalışıyorum konuya, bıkmışım ya… Aradan biraz zaman geçiyor masaya oturmak üzereyiz. Arkamdan Doruk’un sesi geliyor, aramızdaki muhabbet şöyle;

Doruk hızlı hızlı zıplama hareketleri yaparak: “Anne sıcak bir koyun istiyorum!”

Ben: “N’pıcan koyunu oğlum?”

Doruk benim soruma cevap vermeden tekrar ediyor: “Anneee sıcak bir koyuuunnnnn verir misin lütfennnn???”

Ben: ” Oğlum anlamadım ki ne koyunu sabah sabah?? Napıcan koyunu? Bir de sıcak?? Ne demekse???”

Doruk yanımda zıplayarak kollarını iki yana açıp :” Annee üşüdümmm, sıcak bir koyun istiyorummmm” dediği an ben olayı anlıyorum tabii ve annemle göz göze geliyoruz. İkimiz de gülmekten konuşamıyoruz. Annem de çoktan “sıcak koyun” ne demek anlamış! İkimiz de yüksek sesle gülüyoruz! O kadar tatlı ki!!! Tabii hemen alıyorum Doruk’u kucağıma… Böylece ona istediği o “sıcak koyun”u da vermiş oluyorum 🙂 Oğluşumu sımsıcak yapıyorum kollarımın arasında… Uzun uzunn öpüyorumm, seviyorumm, yiyorumm, yiyorumm….

Bunu şimdi niye mi anlattım?

Şunun için anlattım.

Sadece bana “sıcak bir koyun” verebilmek için 4 aydır Türkiye’deki hayatını, evini, düzenini bırakarak, uçak yolculuğundan çok çok korktuğu halde benim için korkusunu bile göz ardı edip tek başına 11 saat uçup, beni/bizi yalnız bırakmayan CANIM ANNEME teşekkür etmek için anlattım…

Kaldığın süre boyunca hepimize verdiğin o sıcak, sımsıcak koyun için teşekkür ederiz anacığım…

Benim Canım İnatçı İkinci Oğlum

Normal doğum hayatımda başıma gelen en güzel hikayemdir benim… Doruk’un doğum anı ve öncesi hayatımdaki unutulmaz, tarifsiz büyülü saatlerdir… Doruk doğduktan sonraki an bile, daha o an yaşadıklarımın sancısı ağrısı tazeyken bile hep bunu bir daha yaşayabilmek için sabırsızlandım ben… Bu mucizeyi bana yaşattığı için, bana bu şansı sunduğu için hep teşekkür ettim Allah’a… Hala bazı geceler Doruk uyurken onu seyreder bulurum kendimi ve kafamdan o anlar geçer; onca sancının, acının sonunda avuçlarımın arasına göbek kordonu bile kesilmemiş minnacık canı verdikleri an… Onun ağlama sesi, kuaförden çıkmış gibi şekilli gür saçları, nokta burnu, lokma elleri, ayakları… Yanaklarımdan boncuk boncuk yaşlar akarken 37 hafta boyunca canımda taşıdığım o muhteşem varlıkla tanışma anı…

Her annenin tarifsiz duygular yaşadığı o buluşma anını bir daha normal doğumla yaşayabilmek için sabırsızlanıyordum taa ki 34. haftada ikinci oğluşumun normal doğum için baş aşağı pozisyona dönmediğini öğrendiğim ana kadar… İşte sezaryen sularında yüzmeye başladığımı öğrendiğim o andan itibaren bu inatçı oğlumu döndürmek için yapmadığım kalmadı. Koca göbeğime bakmadan amuda kalkmaya bile yeltendim! En son doktorum “External Cephalic Version” denilen yöntemle bebeği dışarından anne karnının üzerinden çevirmeye çalıştı. Nasıl bir şey olduğunu merak ediyorsanız bu videoyu izlemenizi öneririm. Çok değişik bir histi benim için ama inatçı oğlum bu yöntemle de dönmeyince ve artık 39. haftayı da doldurunca bana basbayağı sezaryen yolları gözüktü…

Tabii ki günün sonunda her anne ya da anne adayı gibi benim de tek dileğim bebeğimi sağlıklı bir şekilde kucağıma almak olduğu için tüm bu sezaryen duygularımı bir kenara atmaya çalıştım. İtiraf edeyim benim için hiç kolay olmadı… Normal doğumu o kadar kalpten, o kadar içten istiyordum ki sezaryeni kabullenmekte çok zorlandım… 

Bugün oğlumla buluşma zamanı artık… İçimde karışık duygular var… Gözyaşım kirpiklerimin arasında her an düşmeye hazır bekliyor… Ağlamak için hazırım sanki… Engel olamıyorum…

Canım oğlum, inatçı minicik oğlum, sağlıkla gel… Hayat sana hep güzel şeyler sunsun… 9 ay boyunca seni canımda taşıdım şimdi de kollarıma almak için heyecanlanıyorum…

Ailemize minik bir misafir gelecek bu akşam… Adı Doran Ege Dirik…

Seni çok seviyorum oğlum…

20130927-214117.jpg

Not: Minik oğlumuzun 27 Eylül 2013 Cuma günü saat 16.25’te dünyaya gözlerini yeni açtığı o andan bir kare…

“Hırsız Neden Bize Sormadan Almış Anne?”

Dün öğleden sonra hem Doruk’un okul evraklarını teslim etmek hem de gelecek hafta başlayacak sınıfı öncesinde onu 1-2 saatliğine okula bırakarak ön alıştırma yapmak üzere evden çıktık.

Bu arada kolay bir şey gibi “evden çıktık” diye yazdım ama sadece bu kısım bile yaklaşık 1-2 saatimi aldı. Çünkü Doruk daha “okul” lafını duyduğu anda kıyameti kopartmaya başladı evde. Neyse en sonunda o arkadaşlarıyla sınıfında oyun oynarken benim de onu içerideki odada bekleyeceğimi, isterse yanıma gelip beni görebileceğini anlattıktan sonra birazcık sakinleşti. Çok ikna olmuşa benzemese de durumu kabullenmiş gibiydi.

Doruk’la konuşa konuşa otoparka geldik. Arabanın yanına yaklaşırken “alala arabanın farlarını açık unutmuşum herhalde” diye düşündüm içimden. Bir gariplik vardı… Aynı anda sağ arka camın tamamen kırılmış olduğunu fark ettim! İlk bir kaç saniye olayı algılayamadım, öyle aval aval arabanın içine dolmuş cam parçalarına, yere ve koltuğa saçılmış kırık camlara bakakaldım! Bu arada arka fondan biri bacağıma sarılmış “Anne ne olmuş? Niye arabamızın camı kırık? Kim kırmış anne? Neden böyle camlar boncuk boncuk olmuş? Anlatır mısın anne?” diye sorular soruyordu. Elim ayağım buz gibi oldu, kalbim hızlı hızlı atıyordu ama yanımda Doruk vardı ve aşırı korktuğu bacağıma sıkı sıkıya sarılmasından belliydi. İçim başka dışım başka bir şekilde gayet sakin bir ses tonuyla ” Bir şey yok anneciğim, arabamıza hırsız girmiş, herkesin başına gelebilir böyle şeyler, önemli bir şey değil. Endişelenme, dur babanı arayalım” diyerek telefonu çevirdim. Aksilik bu ya eşim telefonu bir türlü açmıyordu. Doruk o kadar korkmuştu ki o anda benim yüzümde göreceği küçücük bir endişe bile onu daha da korkutacaktı. Bu sebeple yüzüme bir de gülümseme kondurdum ama çok gergindim aslında. Ne yapmalıyım acaba diye düşünüyordum. Diğer yandan da sürekli eşimi aramayı sürdürüyordum, telefon açılmıyordu. Belli ki görmüyordu… Telefonu kapattım arabanın içine girip ne çalınmış bakmak istiyordum ama bir yere dokunasım da gelmiyordu… Yanımdan otoparktan çıkan, otoparka park eden arabalar gelip geçiyordu ve kimse de ne oldu kardeşim diye durmuyordu yanımda. Eee burası Türkiye değil tabii!!! Kime ne senin kırık camından, arabana giren hırsızdan! Hoş dursalar da ne diyecektim ki ben de bilmiyorum. Bu arada Doruk’un araba koltuğunun olmadığını fark ettim. Doruk’un asıl araba koltuğu eşimin arabasında olduğu için ben seyahatlerde kullandığımız koltuğunu kullanıyordum. Aynı zamanda bir sırt çantası da olan, yanlarından kolları çıkan çok kullanışlı bir araba koltuğu idi. Muhtemelen hırsız koltuğun görüntüsünden dolayı bunu bir sırt çantası zannederek içinde bir şeyler olduğunu düşünüp camı kırmıştı. Bu arada telefonum çalıyordu arayan eşimdi. Arka arkaya aranmış 5 cevapsız çağrıyı görünce “tamam bebek geliyor yoksa beni bu kadar aramaz” demiş, telaşla beni arıyor 🙂 Olanları duyunca “Tamam sen kapa telefonu ben sigorta şirketini arayacağım” dedi. Biz telefonda konuşurken bile Doruk’tan sorular bitmek tükenmek bilmiyordu; ” Anne camı nasıl kırmıştır hırsız anlatır mısın? Haa buldum, gölün kenarındaki büyük kaya var ya anne, işte onu taşımıştır onunla kırmıştır di mi? Annee peki eli kanamamış mıdır hırsızın? Peki benim koltuğumu alırken camlardan kolu kesilmemiş midir? Canı acımaz mı anne?” Ben de her sorusuna cevap vermeye çalıştım ama kafam karmakarışık tabii… Aklıma navigasyon cihazı yerinde mi acaba diye geldi. Torpidoyu açtım ki yerinde duruyor! Aman birden ne çok sevindim, hemen aldım çantama koydum! Tabii bir yandan da hırsızın yol bilgisayarını bırakıp ki elini uzatsa orada duruyor, çocuk araba koltuğunu çalmasına cidden anlam veremedim. Tek anlamlı açıklama koltuğu sırt çantası zannetmesiydi. Ben tek koltuk gitmiş diye sevinirken koltuğunun gitmiş olması Doruk’u ilk etapta çok etkiledi. Yine sorular yine sorular; “Neden benim koltuğumu almış anne?” “Ne zaman getirir?” ” Yoksa hırsızın çocuğu mu varmış anne?” “Çocuğunun araba koltuğu yok muymuş ? O yüzden mi almış?” diye beni yeni bir soru yağmuruna tutmuştu ki eşim geri arıyordu. Polisi arayıp durumu anlatıp bana verecekleri dosya numarasını sigorta şirketi ile paylaşmamız gerekiyordu. Polisi aradım, tabii önce Doruk’a bana hiç soru sormamasını, çok önemli bir konuşma yapacağımı, sessiz beklemesi gerektiğini tembih ettim. Gerçekten hiç soru sormadan bekleyebildi beni neyse ki… Açıkçası polisin numarasını çevirirken bir heyecan bastı beni. Telefona çıkan kadına olanları anlattım. Benden bilgilerimi aldı ve bir polis memurunun 5-10 dakika sonra beni geri arayacağını, beklememi söyledi. Gerçekten 5 dakika sonra telefonum çalıyordu. Polisin sesi, konuşma tarzı filmlerindeki gibiydi, bir irkildim, panik oldum içten içe… Neyse bana sorduğu tüm sorulara cevap verdim bu arada ben dayanamadım tabii Türk olduğum için Zeyno gibi polise soru soruyorum. Polise “Birisi buraya gelip arabaya bakacak mı?” diye sordum. Polis bir sustu, gayet resmi bir dil ile “Bu görüşmede soru kabul edilmez!” anlamına gelen bir şey söyledi. Dediği cümleyi anladım ama algılayamadım. Ne demekti “soru kabul edilmez”!?? Anlamadığımı söyleyince “Bu telefon konuşmasında soruları ben sorarım, siz sadece cevaplayacaksınız” dedi. Böylece kalakaldım “Sorry” (Üzgünüm, pardon) diyebildim. Amerikan sisteminin kuralları işte, sorumu gerçekten de cevaplamadı. Bir “No” bile demedi valla. Hani yabancıyım belli bir açıklama yap di mi!? Yok sadece kuralı söyledi, ikinci bir şey söyleyemedim bile…

Olayı duyan Amerikalı arkadaşlarımız bile çok şaşırdı olanlara çünkü burada böyle şeyler olmazmış! Etrafımızda kimsenin başına gelmemiş böyle bir şey ki çok uzun zamandır burada yaşıyorlar. Anlaşılan “piyango” bana vurmuş ve birileri “welcome” (hoşgeldin) demek istemiş.

Sonuç itibariyle stresli bir kaç saatin arkasından bana kalan camı kırık bir araba, yorgun bir ben ve Doruk’un bitmeyen, tükenmeyen, kafasını allak bullak eden sorular yığınıydı! Bugün arabanın camını da yaptırdım. Hatta sonrasında Doruk’la evrakları teslim etmek için okula da gittik ama hala konumuz, gündemimiz hırsız ve kırık camlardı!

Tüm sorularına cevap vermeye çalıştım vermesine de bir tek “Pekii anne, hırsız neden bize sormadan benim koltuğumu almış? Anlatır mısın?” sorusuna cevap veremedim!

Geçip Giden Zamanları Bir Yerlerde Bulsam…

Zaman su gibi akıp gidiyor. Indianapolis’e geleli 1 ay oluyor artık… Hayat çok hızlı geçiyor…

Karnım her geçen gün büyüyor, artık 31. haftayı da bitirdim! Hamile bir kadın olarak estetik açıdan hoş olmadığım için evimde kapanıp yaşıyorum. Arada beyim beni arabayla dolaştırıyor. Hoş geçen gün beyim arabayla dolaştırırken dayanamadım iki adım dışarıda yürüdüm, yürürken de bir hatıra fotoğrafı çektireyim dedim. Terbiyesizlik ettim ama dayanamadım işte n’apayım!

31weeks

Bunun dışında Doruk’la iç içe yaşıyoruz şu ara. Okulu Ağustos ortası gibi başlayacak yani bizim eşyalarımız Türkiye’den gelip biz asıl yaşayacağımız eve taşınınca… Bu arada ben sabah 8, akşam 9 arası çalışan bir kreş gibi faaliyet gösteriyorum. Sabah kahvaltı sonrası Doruk’la öğle yemeğini hazırlıyoruz. Mutfakta bana bayağı yardım (!) ediyor sağ olsun oğluşum. Yemek pişince doğruca havuza gidiyoruz. 2 saate kadar havuzdayız. Havuz sonrası Doruk’un banyosu yemeği derken zaman geçiyor. Öğlen yorgun düşüp uyusun diye bekliyorum ama yok ben yerlerdeyim o koltuk tepesinde zıp zıp! Bilim adamları çocukları inceleyip bu enerjinin kaynağını keşfetsinler ben de bu enerjiden istiyorum hele ki şu ara daha çok!

Bu arada baş başa kaldığımız zaman boyunca İngilizce konuşmaktan da yoruluyorum. O da hiç kolay bir iş değil aslında… Bir de Doruk’un soruları var tabii; “Anne vinç İngilizce ne demek?”, “Elektrikli testere nasıl derim?”, “Biçerdöver nasıl denir anne?”, “Eğer çim biçme makinesi istersem nasıl söylerim?!!” gibi uzmanlık gerektiren, bu yaşıma kadar hiç kullanmadığım, hiç de ihtiyacım olacağını düşünmediğim kelimeleri bana sorarak kelime dağarcığımı zorluyor. Eee naparsın açarsın sözlükten bakarsın, araştırırsın…

Bu 1 ay içerisinde Doruk’un İngilizcesi bayağı fark etti. Mesela bugün supermarketten eve dönerken arabanın arkasından bir iç çekme sesi geldi. “Ne oldu oğlum?” dedim. “I am tired” (yorgunum) dedi! İnanamadım! Çocukların dil olayını hızlı kavradıklarını hep söylerlerdi de bu kadar çabuk da beklemiyordum açıkcası! Çok hoşuma gitti! Okula başladığında biraz olsun rahat etsin, uyum sağlama süreci kısalsın diye çok uğraşıyorum ama işe yarıyor sanırım… Kendimce bir yöntem buldum. Her gün aynı çizgi filmleri izlettiriyorum televizyonda. Bu arada televizyon çok izliyor diye bakıcılarla tartışan ben burada televizyonu kapatmaz oldum. Çünkü kendi kendine oyun oynarken bile açık olan televizyondan duyduğu kelimeleri yakalayıp “Anne ‘please’ ne demek?” “Anne ‘together’ ne demek?” “Anne, ‘remember’ dedi, ne demek yani?” diye bana kelime soruyor. Arada onunla oturup çizgi filmleri izleyip; “Bak ‘I am sorry’ (üzgünüm) dedi duydun mu Dorukcum” filan diye ona açıklamalar da yapıyorum ama daha çok kendisi keşfetsin istiyorum tabii… Böyle bir yol tutturdum gidiyorum işte bakalım…

Yıllar geçecek sonra Doruk’a ben böyle bilmediğim kelimeleri soracağım diye düşündüm geçen kendi kendime… Zaman akıp gidiyor, 1 ay oldu bile… Bundan sonra her şey daha kolay olacak…

Müzedeki Kadın

Geçtiğimiz hafta sonu Doruk’u buradaki çocuk müzesine götürdük. Indianapolis Çocuk Müzesi (Indianapolis Children’s Museum) dünyanın en büyük çocuk müzesiymiş. Gerçekten de 5 katlı çok büyük bir bina ve içerisinde çocuklar için değişik aktivitelerin yer aldığı çocuklar kadar büyüklerin de zevk alacağı keyifli bir yer. (http://youtu.be/zDwLjemGRB0)

Is MakinesiDoruk’un en çok ilgisini çeken kat ise 4. kat oldu. Çünkü bu katta küçük bir inşaat alanı yaratmışlar, çocuklar mini bir iş makinesi ile plastikten taşları taşıyabiliyorlar ya da o plastik taşları taşıyan bir vinci sağa sola oynatıp kullanabiliyorlar. Küreklerle minik el arabalarına toprak koyup taşıyorlar ayrıca plastik taşları o el arabalarına yüklemeye bayılıyorlar. Başka bir köşeye dik bir yamaç yapmışlar. Çocukların bellerine emniyet kemerleri takılıyor, kafalarında kaskları var. Eğer gerekirse bir görevli aşağıdan çocuğa “şimdi şu kayaya basabilirsin, sol elinle şuraya tutun gibi” talimatlar veriyor ve çocuklar bu yamaca sanki gerçek hayatta dik bir yamaca tırmanır bir ciddiyetle çıkarken anne babalar da kameralarına bu sahneyi kaydediyorlar. Oldukça keyifli, ben bile şu hamile halimle tırmanmak istedim o yamaca. Bizim adamın boyu, çapı tutmuyor tabii bu tip aktivitelere. O da çok ilgilenmedi zaten… Su Kanalı

İş makinelerinden sonra en çok su kanallarını sevdi. Su kanalı boyunca çocuklar tahta gemileri yüzdürüp, kanalın üzerine inşa edilmiş minik su değirmenlerini çevirerek, kovalarla su çekip boşaltabiliyorlar. Kanal boyunca bir sürü şey inşa etmişler ve çocuklar bunları keşfetmek için kelimenin tam anlamıyla çılgına dönüyor.

Indy500Indianapolis’te ayrıca her yıl Indianapolis 500 Mile Araba Yarışları (Indianapolis 500-Mile Race) düzenleniyor. Bu etkinlik dünyanın en prestijli üç motor sporu etkinliklerinden biri olarak kabul ediliyor. Eee hal böyle olunca müzede bir adet yarış arabası da yerini almıştı ve çocuklar sırayla binip direksiyonunu çeviriyorlardı. Tabii bizim adam da eksik kalmadı, hoş kafası bile zor gözüküyordu arabadan ama onun derdi gaz pedalına neden ulaşamadığı ile ilgiliydi daha çok. Bin kere arabadan inip “Benzin deposu nerede anne?”, “Arkasındaki bu şey hızını mı kesiyor anne?”, “Bana da büyünce böyle araba alır mısın anne?” gibi sorulariyla beni güldürdü.

Müzeyle ilgili en sevdiğim şey ise içerisinde “müze” lafı geçince eşyalara bir dokunulmazlık kavramı yüklenir, hiç bir şeye ellemeden sadece bakıp, okuyup gezilir ya, söz konu çocuklar olunca tabii ki onların keşfetmesine izin vermek için böyle bir özgürlük yaratılması oldu. EgyptÇocuklar her şeye dokunabiliyorlar ve keşfediyor bu müzede. Bu sebeple de tarihi eserleri parçalara ayırıp yanına da resmini koyup tıpkı bir puzzle gibi “hadi beni sen yap” diye çocukları parçaları birleştirerek eseri ortaya çıkarması için cesaretlendirmişler. Tabii Doruk da olaya bir el attı hemen. Hoş ben kendimi tutamadım, azıcık anne desteği oldu yine! Oysa puzzle yaparken bile sakın ellemeyin çocuklar bulsun diyorlar ama çok eğlenceli duruyordu tutamadım kendimi işte…

Indianapolis’e taşınalı daha 1 ay bile olmadı ama bu müzeye ikinci gelişimiz! Daha da çok geleceğiz gibi duruyor. Ben de zevk alıyorum sorun yok ama günün sonunda kendimi çok yorgun hissediyorum… O gün de müzede kaldığımız süre boyunca keyiften çılgına dönmüş oğlumun peşinden dolaştım durdum. Bıkmadan usanmadan sorularını cevapladım, bu arada İngilizce konuşuyorum onunla ve o da bana Türkçe cevap veriyor. Anlamadığı cümlelerime “Ne diyorsun anneee?!?!” diye tepkiyi de koyuyor hemen. Ben artık bitmişim haldeyim Doruk’u eve gitmeye ikna ederken, bir kadınla göz göze geldik. Kadın Doruk’a gülümseyerek bakıyordu. Belki de benim İngilizce konuşup oğlumun bana muhtemelen kadının hayatında daha önce duymadığı bir dilde cevap veriyor olması dikkatini çekmişti. Ben de kadına gülümsedim. Daha sonra kadın kocaman göbeğime bakıp yüzündeki tatlı gülümsemeyi hiç bozmadan “You will have enough love for two but less time for everyone!” dedi. (İkisi için de yeterli sevgin olacak ama herkes için daha az zamanın olacak!) Kadının cümlesi, sesindeki sevgi ve tecrübe dolu ton kulaklarıma kitlendi kaldı… Sadece “Öyle olacak değil mi?!” diyebildim ama aslında hiç düşünmemiştim bunu… Ne kadar da doğru söylemişti. Eminim ikisini de aynı şekilde çok sevecektim ama her şey için daha az zamanım olacaktı…

O gece yatağıma giderken müzedeki kadının sözü hep kulaklarımda çınladı; “You will have enough love for two but less time for everyone!”

Aklım Türkiye’de…

Aklım Türkiye’de kaldı bu sefer… Beni gören hayatında ilk defa gurbete gitmiş zanneder… Ne 22 yaşımda ilk kez yurt dışına İngiltere’ye gittiğimde, ne 25 yaşımda evlenip Almanya’ya gittiğimizde, ne 32 yaşında New York’ta yaşadığımızda böyle oldum ben… 35 hatta 36 yaşında koca kadınım; karnımda bir tane, elimde bir tane bebem, kocam yanımda ben tepe taplak oldum sanki…

Aklım hep Türkiye’de… Gözüm gazetelerde, ne oluyor bitiyor okuyorum, okuduklarıma yanıyorum üzülüyorum… Her şeye çok uzağım ama sanki çok da yakın… Bir türlü buradaki hayata adapte olamıyorum… Sanki adapte olmak istemiyorum. Hayır desen ki hadi tamam gel geri dönelim yok onu da istemiyorum şu saatten sonra… Gel gör ki istersen adapte olma, çocuğun olunca her şeye hızlıca uyum sağlayıp harekete geçmek zorundasın!

Doruk’un keyfi ise yerinde, daha ilk günden tespitini yaptı; “Indianapolis’ tekiler değişik İngilizce konuşuyorlarmış” dedi koptuk ikimiz de:) Beyefendi Amerikalıların İngilizcesini beğenmedi! Yakın bir arkadaşımızın dediği gibi “senden benden İngilizce duyan çocuk, “native Amerikalıya” garip konuşuyor der tabii…”

Bu arada Devrim’in iş yerindeki ilk günüyle birlikte ben de tam teşekküllü bir yaz okulu gibi hizmet vermeye başladım. Sabah 8’de mesaim başlıyor. Kahvaltı sonrası dışarıda gezinti, havuza gidip yüzme dersleri, öğle yemeği, çizgi film, aktivite saati vs. derken ben bitiyorum, o bitiyor mu HAYIR TABİİ Kİ! Öğlen yorgun düşer belki uyur da ben de biraz ayaklarımı uzatırım göbeğim rahat eder diyorum ama nafile… Her zaman evdeki kadının işinin çalışan kadından daha zor olduğunu söyleyen biri olarak bunu şimdi yaşayarak bizzat görüyorum. Bu arada Doruk okula başladığında sudan çıkmış balığa dönmesin diye bütün gün Doruk’la İngilizce konuşmaya başladım. Evdeyken hadi tamam da dışarıdayken aramızdaki muhabbetler dışarıdan bizi dinleyen bir yabancı için anlamsız ve saçma olabiliyor. Çünkü Doruk’a İngilizce bir şey söylediğimde o da anladığı haliyle benim cümlemi Türkçe’ye çevirip bana tekrar soru soruyor; “Yani yemekten önce ellerini yıka mı demek istiyorsun anne?” ve sonra ben tekrar İngilizce cevap veriyorum. Bu konuşmaların onu biraz olsun okula hazırlayacağını düşünüyorum. Sanırım işe yarıyor. Çünkü dün babaannesiyle Skype’ta konuşurken “Babaanne dün gölün kenarına gittik. Bir sürü “duck” (ördek) vardı. “Duck’lar çok “naughty” ydi (yaramaz), annemin “handbag” ine (çanta) kafalarını uzattılar!” gibi bir cümle kurdu. Tabii annemler bir şey anlamadı ilk önce, sonra ben durumu izah edince onların da hoşuna gitti. Doğru mu yapıyorum bilmiyorum ama bir iki tane kelimeyi hafızaya kaydetmiş gibi görünüyor, bu da bana daha çabuk uyum sağlar diye umut veriyor.

Şu an Türkiye’de saat sabah 6:00, sizler birazdan uyanıp işlerinize gideceksiniz ve yeni güne başlayacaksınız. Ben ise yeni güne uyanmak üzere daha yeni yatacağım yatağıma… Diyorum ya aklım Türkiye’de kaldı bu sefer…

Hem Ağlarım Hem Giderim…

Şu son 1,5 aydır hafif bir şizofren havasındayım. Ağlamam ile gülmem arasındaki süre Doruk’un “sakız istiyoooorruuummm” krizlerindeki performansından bile daha kısa! Bu halimde memleketin gündeminin etkisi de yok değil tabii… Gezi ruhu hepimizin tam kalbine dokundu. Göz yaşlarımız ve gülümsememiz birbirine karıştı. Artık 1 ay önceki gibi değil hiçbir şey ve hiç birimiz…

Bizim hayatımızda da çok şey değişti şu son 1- 1,5 ayda… Öncelikle karnım büyüdükçe büyüdü. Hatta kardeş haberini Doruk’a nasıl versem ki diye düşünürken, bu konuyla ilgili yazılar okurken hiç beklemediğim bir anda o bana “Karnın o kadar çok büyüdüğüne göre içinde bebek var di mi?!” dedi ve patlattı bombayı! O, bize verdi haberi:) Mayıs ayı bir kaos şeklinde geçti diyebilirim… Önce babaannemin haberi yaktı içimizi… Hemen onun ardından Doruk’un ameliyat günü geliyordu, çok endişeliydim… Artık büyüdüğünü daha da hissettiğim oğluşum bademcik ve geniz eti ameliyatı oldu Mayıs ayında… 10 gün boyunca ağzından tek bir lokma geçmedi, sadece su ve süt içti. Onun ve bizim için eziyetli bir 10 gündü ama sonucunda çok rahat ettik. Mayıs ayının karmaşasının hemen ardından Haziran ayı daha büyük değişikliklere gebeydi… Biz artık Amerika’ya Indianapolis’e taşınıyorduk! Yine bir gülüp bir ağlama halleri başladı tabii… Devrim çalıştığı şirketin genel merkezinde başka bir göreve atanmıştı. Bir kaç sene olmayacaktık buralarda… Eşyalar toplandı, gemiyle Amerika’ya doğru yola çıktı, Doruk’un okulunun sene sonu gösterisi vardı, onu sahnede o kostümlerin içerisinde izlemek gözlerimizi yaşartırken sahnedeki komik halleri de güldürdü bizi… Ertesi hafta Doruk okuluna, arkadaşlarına ve öğretmenlerine veda etti… Yine gözlerimiz doldu doldu taştı… Geçen hafta cuma, iş yerime son kez gittim… İş arkadaşlarım beni çok güzel uğurladı… Toplantı odasına “Seni Seviyoruz Ceyda” yazan bir pankart asmışlar. Onu gördüğüm an aktı gitti göz yaşlarım… Benim için unutulmaz bir gün oldu o gün…

Ama en zoru ise ailemden ayrılmak oldu… Annemden, ağabeyimden, kayın validem ve kayın pederimden ayrılmak kalbimi deşiyordu adeta…. Bir de bu ayrılığı onların yönünden düşünüp empati yaptıkça daha da zor geldi bu vedalar… Çünkü onlar bu kez sadece çocuklarından değil torunlarından da ayrılıyordu… Sarılıp sarılıp öpüştük… Gözlerimiz kızardı sakladık birbirimizden… Bu arada Doruk konuşmalardan duymuş olacak ki “Üzülmeyin! Sıkaypta (Skype‘ta) konuşuruuuz.” deyince göz yaşları yerini kahkahaya aldı, karıştı yine her şey iç içe…

Diyorum ya Allahıma bin şükür ağlarken gülmeye başlayıp, gülerken zırlamaya geçişlerim çok hızlı oldu şu son 1 aydır… Bu konuda oğlumu aratmaz oldum… Hatta ana oğul yarışabiliriz bile… Etrafımdaki herkesin dediği gibi bunda 7 aylık hamileliğin de etkisi vardır elbet…

Ve şimdi vakit geldi… Yarın sabah uçağımız kalkıyor… Uzun ve yorucu bir yolculuk var önümüzde- her anlamda… İlk günler her zamanki gibi zor olacak, yeni bir yeri ev belleyeceğiz… Çok ama çok sevdiğim bir arkadaşımın bana hep dediği “küllerinden doğarsın sen” sözü kulaklarımda… Ben küllerimden doğarım da bakalım Doruk Paşam gelen kardeşle birleşen bunca değişikliğin altından nasıl kalkacak… Güçlüdür benim oğlum, yapar di mi…

Geride bıraktığım her şeyi çok özleyeceğim; canım ailemi, canım arkadaşlarımı, sevdiklerimi, çalışmaktan keyif aldığım işimi, alışkanlıklarımı, İstanbul’u, güzel ülkemi, direnen vatanımı, bu ülkede yaşayan herkes gibi direnmekten yorulmayan umutlarımı…

“Gurbete giden döner mi, dönmez mi belli olmaz bilirim” demiş şarkıda… Ne olur bilmem ama ben hem ağlarım hem giderim yoluma…

Babaannem…

Tatlı BabaannemEn son 20 gün önce görmüştüm onu… En son 20 gün önce çok iyi olmadığını, artık sonlara geldiğimizi hissetmiştim…

Yanında oturduğumuz süre boyunca bize öylece baktı… Bizi tanımaya çalışıyordu ama olmuyordu… Tanıyamıyordu bizi… Annem daha tanıdık geliyordu sanırım ona… Daha eski, daha bildik… Anneme daha derin bakıyordu… Annem onun yattığı yatağın yanına oturup saçlarını sevdi, yüzünü okşadı… Babaannem hala tanımıyordu annemi ama onun yanında olması anlamadığı bir mutluluk, huzur veriyordu sanırım ona, öylece yüzüne bakıyordu… Sanki durmasını istemiyordu… “Sen biraz burada kal, gitme” dedi… Annemin yanından kalkmasını istemedi… Annem zaten kalkmayacaktı yanından ama o bu durumdan memnun olduğunu böyle dile getirdi belki de… Orada oturduğumuz sürece annemin, abimin kalbinden, aklından neler neler geçti kimbilir… Hepimiz içimizde bir şeyler yaşadık…

Tatlı, güzel, canım babaannem…

Ben ilkokuldayken her 23 Nisan’da öğretmenim “Ceyda, sana bir paket var” derdi, Kastamonu’da yaşıyorduk o zaman… Paketin Ankara’dan, babaannemden geldiğini bilirdim. Çünkü babaannem her 23 Nisan’da çocuk klasiklerinden birini kargo ile benim adıma okuluma gönderirdi. Kitabın ilk sayfasında bana yazılmış bir not bulurdum hep ve o yazı hep “Tatlı Ceydacığım, ” diye başlardı… O kitaplar hala Ankara’daki odamın kitaplığında durur… İyi ki böyle güzel bir hediye göndermiş bana, iyi ki onları saklamışım…

20’li yaşlarımda ilk defa ailemden ayrılıp İngilitere’ye gittiğimde beni zaman zaman cep telefonumdan arar “İyi misin Ceydacığım?” der, benden kısa kısa haberler alırdı… Sesini duymak hep çok iyi gelirdi bana… Onun telefonu beklemediğim, hiç hesapta olmayan bir uçak bileti gibiydi… Beni o soğuk yağmurlu İngiltere havasından koparır, yemyeşil güneşli cıvıltılı çocukluğuma götürürdü onun sesi… Yaptığımız o kısa telefon konuşması uzak ülkelerde yalnız olmadığımı, beni seven düşünen bir ailem olduğunu bir kez daha hissettirdi bana…

Bir daha ki Ankara ziyaretimde artık ziyaret edecek bir babaannem olmayacak… Ama oğullarıma anlatacak hikayelerim hep var olacak kitaplığımda… Büyüdüklerinde kitabın ilk sayfasındaki el yazısının kime ait olduğunu soracaklar bana…. Orada ne yazdığını soracaklar… Onlara babaannemi anlatacağım o zaman…

Bugün bizden ayrılıyorsun ve ben Ankara’da olamıyorum… Son yolculuğunda olamıyorum… Bizden ayrılıyorsun ama belki de bir çok sevdiğine kavuşma günündür bugün…

Seni çok seviyorum… Hep çok seveceğim…

Hoşçakal babaanneciğim…

Ankara’da Bir Hollanda Kafesi; “Caffe De Bekker”

Ankara’daki güzel yıllarım, üniversite yıllarım… Üniversite yıllarımda ikiz kuzenlerimin evinden çıkmazdım oysa evlerimizin arası yürüyerek en fazla 15-20 dakika sürerdi. Farklı bölümlerde de olsak aynı üniversitenin aynı kampüsünde okuduk biz… Haftanın en az iki günü teyzemde kalır, kuzenlerimle birlikte okula giderdim… İkiz kuzenlerimden Aylin enfes pastalar, kurabiyeler, profiteroller, kekler ve daha neler neler yapardı… Her gün yeni bir şey denerdi… Teyzemin mutfağında Aylin’in elinden “benim” diyen şeflere taş çıkarır çeşitler çıkardı hep… Biz ise hem “Aylin yaa, kilo alacağız! Lütfen yapma bunları” diye söylenir hem de bir güzel afiyetle götürürdük fırından yeni çıkmış, mis kokulu çeşitleri… Aylin’in gönlü gibi eli de hep çok açık olduğundan sadece bize değil tüm arkadaşlarımıza, okula, komşulara da taşırdı yaptığı pastaları… Üniversite hayatımız boyunca “Aylin sana bir yer açmalı” deyip durduk…

Bu konuşmalar yıllar önceydi…. Sonrasında Aylin Hollanda’da yaşadı, orada yaşarken dün 1. evlilik yıl dönemleri olan sevgili eşiyle tanıştı ve evlendi. Şimdi de bu sevgi ve kültür harmanını enfes pastalarıyla birleştirerek Hollanda konsepti ile açtığı “Caffe De Bekker” isimli kafede buluşturuyor. Ben de bu yazıyı dün 1. evlilik yıl dönümlerini kutlayan sevgili Aylin ve Thijis’e hediye ediyorum…

Caffe De BekkerCaffe De Bekker Ankara’da Çayyolu’nda açılmış bir Hollanda kafesi. Zaten daha binanın dışından Hollanda esintilerini hissedebiliyorsunuz. Dışarıdan baktığınızda tipik bir Hollanda evine giriyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz, aynı duygu sizi içeride de sarmaya devam ediyor… Mekan küçük ama bir o kadar da sıcacık… Kafe insanın beş duyusuna hitap eder bir şekilde karşılıyor sizi; içeriye girdiğinizde güzel bir müzik kulağınıza çalınıyor önce, bu arada gözlerinizi Aylin’in birbirinden lezzetli Hollanda pastalarından alamıyorsunuz, taze çekilmiş filtre kahve kokusu ise iştahınızın biraz daha kabarmasına neden oluyor, ne yiyeceğinize karar verdikten sonra o eşsiz lezzetin ağzınızın içinden damağınıza doğru adete aktığını hissediyorsunuz…

Caffe De Bekker‘da ürünlerin neredeyse tamamı daha önce hiç denemediğiniz ancak en azından hayatınızda bir kere denemeniz gereken gerçek tatlar; Vlaai, Stroop Wafel, Boosche Bollen… Mesela aşağıdaki resimde gördüğünüz pastanın adı Boosche Bollen. Bizim profiterolü çok andırıyor ama başka bir lezzet; daha büyük, dışı biraz daha sert ve çok hafif bir kreması var.

Boosche Bollen

Boosche Bollen İçiAyrıca özel günler için pasta ve kurabiye siparişleri de alınıyor. Özellikle anneler, çocuklarınıza gönül rahatlığıyla yedirebileceğiniz ürünler arıyorsanız Caffe De Bekker‘a uğramadan geçmeyin. Çünkü bu kafedeki her şey kesinlikle katkı maddesi kullanmadan, glikoz, şeker şurubu eklenmeden özel olarak hazırlanıyor. Aylin pastalarında kullandığı una şekere bile çok dikkat ederek seçiyor. Hazırladığı her şey doğal tereyağı ile yapılmış, Hollanda ve Almanya’dan getirilmiş doğal ve özel ürünlerle hazırlanmış tatlar… Hollanda pastalarını tatmak isteyenler ve özellikle ‘cupcake’ sever Ankaralılar mutlaka bu küçük kafeye uğramalısınız.

Caffe De Bekker Pasta Çeşitleri

Cafe De Bekker özellikle farklı tatlar denemek isteyenlerin, farklı kültürlerin lezzetlerini tatmak isteyenlerin mutlaka uğraması gereken küçük ve şirin bir mekan. Pazar günleri kapalı, diğer günler ise 10:00-17:30 saatleri arasında açık. Fiyatlar ürün başına 5-10 TL arasında değişiyor.

Ancak şimdi denemeniz için Şehri Keyif üzerinden daha da makul fiyatlara satılıyor; 1 adet cupcake yanında çay veya kahve ile 10.50 TL yerine 5.45 TL. Eğer “bu muhteşem lezzetleri ben de denemek istiyorum” diyorsanız tek yapmanız gereken buradaki link üzerinden siparişinizi vermek ve size gelecek olan kupon kodunuz ile birlikte Caffe De Bekker‘a gidip, afiyetle yemek. Bu arada, gitmeden önce cupcake’ler dışında başka neler var diye merak edenlere Caffe De Bekker Facebook sayfasına bakmanızı tavsiye ederim. Yiyebileceğiniz seçenekleri önceden görmek iştahınızı kabartacak…

Eğer Caffe De Bekker‘a giderseniz Aylin’e benden de selam söyleyin. Gençlik dönemlerimin o harika lezzetlerini şimdi farklı bir kültürün esintileriyle siz de yaşayın…

Cafe de Bekker

Çayyolu Mah. Yeni 8. Cadde Çayyolu Serpmeleri 40/E

Çayyolu Ankara

Telefon : 312 – 235 32 36

Foursquare : Cafe de Bekker

Ağabey Olmak

Hayatım boyuca ağabeyimin varlığıyla sanki bu durum benim kazanıp/çalışarak edindiğim bir meziyet ya da bir sıfatmış gibi gurur duymuşumdur. “Kardeşin var mı?” sorusuna “Hah haaaaa kardeş de neymiişşş” edasıyla ağzım dolu dolu “BENİM ABİMMM VARRR!!!!” diye cevap verdim hep.

Aramızdaki 3 yaşın öyle güzel bir dengesi vardı ki, ağabeyim hem oyun oynadığım arkadaşım hem de başıma bir şey gelse sığınacak ilk limanım olmuştu. Ne zaman başım sıkışsa ağlayarak “abiiiiiii” diye ona koştum ben… Çok kavga edip, çok güldük… Biraz serpilip ortaya çıkınca beni iyice korur kollar oldu. Asla kılığıma kıyafetime müdahale edip beni ezmedi ama o gün gözüne biraz güzel görünsem ya da kıyafetim çok da içine sinmese “mahalledeki bütün erkekleri de dövemem ki Ceyda!” diye espri yapar, bana mesajını verirdi. Büyük çocuğun sorumluluğu karşısında ben hep bir leylaydım… Onun omuzlarındaki sorumluluk benim omuzlarımda hiç olmadı… Ben kollanacak, sevilip, korunacak küçük kardeş oldum hep… Onun varlığı bana en büyük hediye oldu her zaman… Hala da öyledir…

Şimdi bizim oğlumuz da ağabey oluyor 🙂 Onun da hep koruyup kollayacağı minicik bir kardeş geliyor kısa bir süre sonra…

Evimizde tatlı bir heyecan var… Ailemizin yeni elemanı henüz 14 haftalık… Daha Doruk bilmiyor kardeşi olacağını, ona söylemek için biraz daha bekleyeceğiz… Kardeşi dünyaya geldiğinde Doruk oğlum tam 4 yaşında olacak. Biz farkında olmadan onun 4 yaşındaki minik omuzlarına bir takım sorumluluklar yükleyeceğiz. Farkında olmadan ondan bir şeyler bekleyeceğiz belki de… Sağlıkla gelsin, iki kardeş güzel günler geçirsin… İçimde mutluluk kelebekleri…

‘İkna Yolu’

Geçtiğimiz haftalarda Doruk’un okuluna gittim ve öğretmeniyle bir görüşme yaptık. Çünkü Doruk sabahları bir türlü evden çıkmak bilmiyordu ve hal böyleyken de okula geç kalıyordu.

Sabahları ben evden çıktıktan sonra bakıcı ablasıyla hazırlanıp yürüyerek okula gidiyorlardı. Her gün olan bu rutin, paşamızın “5 dakka daha oynayabiliy miyim?” ısrarlarıyla 40-45 dakikalara kadar çıkmış ve sonuçta Doruk okula min. 1 saat geç kalan biri olmuştu. Bu durumdan inanılmaz rahatsız oluyordum. Bakıcı ablasıyla da konuşuyorduk ama mücadelemizde çok da başarılı olamıyorduk. Bakıcı ablası Doruk’a pantolonunu giydiriyormuş, Doruk pantolonu çıkartıyormuş, kazağını giydiriyormuş, bu kaşındırıyor deyip yenisini istiyormuş. Artık kızcağız tamam artık giyindi dediği anda, en son kapıdan çıkmak üzereyken çoraplarını çıkarıp içeri kaçarak gitmemek için bahaneler buluyormuş. Önce aklıma okulda bir şeyler ters gittiği için böyle yapabileceği geldi. Ama okulun kapısında ayakkabılarını çıkardığı gibi arkasına bile bakmadan arkadaşlarının yanına gitmesi, hatta bakıcı ablası onu almaya gittiğinde üzülüp “Neden erken geldin? ama benim daha oyunum bitmemişti ki!?” demesi bu olasılığı kendiliğinden ortadan kaldırdı.

İşte bu sebeplerden dolayı Doruk’un öğretmeniyle görüşmek istedim. Belli ki ben bir şeyleri yanlış yapıyordum. Tabii bir de babasının o zamana denk gelen 15 günlük yurt dışı seyahati de Doruk’un tırmanan huysuzluğunun sebeplerinden biri olabilirdi. Konuşmamız sırasında Doruk’un öğretmeni benim hiç farkında olmadığım bir şeyi söyledi bana. Ben Doruk’a her şeyi ‘ikna yoluyla’ yaptırmaya çalışıyordum. Doruk’un öğretmeni şöyle dedi; ” İki tip velimiz oluyor biri sizin gibi ‘ikna yoluyla’ çocuklarına bir şey yaptırmaya çalışan veliler, bir diğeri de kesin bir şekilde ‘kuralımız bu, sabah 8:30 deyince evden çıkılacak, başka seçeneğimiz yok’ vs. diye kesin sınırlarla kuralları belirten velilerimiz ” dedi. Suratıma tokat yemiş gibi hissettim bir dakikalığına. Çünkü haklıydı. Ben her konuda Doruk’a ikna yoluyla yaklaşıyordum. İkna etmemin gerek olmadığı, kesinlikle uyması gereken konular da bile onu ikna etmeye çalışıyordum. Bu yeni bir şey değildi; evvelden beri ben hep Doruk’u bir şeylere ‘ikna ederken’ buluyordum kendimi. Şimdi de Doruk “Anne 5 dakika daha” dediğinde ona ” Ama oğluşum okula geç kalıyoruz, artık 5 dakika daha oyun oynayacak zamanımız kalmadı, hadi şimdi ayakkabılarını giyinelim… ” vs. vs. diye uzun uzun açıklamalarla onu ikna etmeye çalışıyordum. Hiçbir zaman “kuralımız bu, okula giderken sabah 8:30’da evden çıkılacak” mesajını veren konuşmalar yapmıyordum onunla. O gün öğretmeniyle de uzun uzun konuştuk. Bence ikisinin de zamanına ve yerine göre yapılması gerekiyordu ve ben ikinci kısmı gözden kaçırmıştım. ‘İkna yolu’ tamam da çocuklar otoriteyi de bilmeliydi. Ben farkında değildim belki ama bu anlamda Doruk üzerindeki otoritem biraz eksik kalmıştı. O gece evde de oturup üzerine düşününce biraz bozuldum açıkçası. Zaten annelikte tökezlediğimi düşündüğüm bir anda bir de bu gerçek biraz dokunmuştu bana…

O gün bu konuşmadan sonra biraz kendimi değiştirmeye karar verdim. Yaklaşık 25 gündür filan Doruk karşısında ikisinin karışımı bir anne görüyor. “Peki işe yaradı mı?” diye sorarsanız. Hayırrrrr!!!! Şu an tam bir felaketiz!!! Çünkü o da direniyor ben de! Ama yine de ilerleme kaydediyorum diyebilirim… Şu 25 gündür zaman zaman oturup ağlamaklı olduğumu da itiraf etmeden geçemeyeceğim tabii ki, diğer taraftan karşımda daha çok sözümü dinleyen, lafımın geçtiği bir çocuk bulmanın mutluluğunu da yaşıyorum.

İşe uyku saatinden başladım. Her akşam “Anne 5 dakka daha oyun oynıyım, dişimi fırçalaycam”, “Banyoda 5 dakka daha arabalarımı yıkıyım, çıkıcam”, “Babayla 5 dakka daha lego yapalım, yatacağım” muhabbetleri karşısında çok dik ve keskin bir anne görmekten hoşlanmıyor tabii. Ama şu 20-25 gündür uyku saati 21:00’ı geçmiyor. Diğer taraftan için için de üzülmüyor değilim. Ben zaten işten eve geldiğimde saat 19:00 oluyor. Çocuk bize ne zaman doyacak da, bizimle oyun oynayacak da birlikte vakit geçireceğiz. Ama ipin ucu kaçarsa da uyku vakti saat 22:00’ları bulabiliyor. Bu sebeple saat 20:30’da yatağına yatırıp, yarım saat de kitap okuyoruz. Bunun dışında akşam yemeklerini televizyon karşısında yemeye başlar olmuştu son zamanlarda. Bu konuda da keskin bir tavır değiştirdim. İlk başlar da “o zaman yemiycem aç diilimm” diye kafa tuttu bana. Eski annesi olsa çocuk aç kalmasın diye yemeğini yedirirdi ona. Bu yeni annesi “peki aç kal o zaman, yemeğin masada duruyor, buraya gelip masaya oturursan yiyebilirsin” dedi. Ağlamalar, bağırmalar, kirizler derken dün ilk defa başarılı oldum ki kendi kendine tabağındaki yemeğini bitirip “artık salona gidip televizyon seyredebiliy miyim anne?” dedi. Ayrıca sabahları evden çıkma saatleri de yavaş yavaş düzene girmeye başladı. Ama daha yeni, bu 20 günün sonunda olan şeyler bunlar, özellikle son ikisi… Bu sert ve dik duruşlarımın arasında sevgi, öpücük, sarılma, mıncıklama patlamalarım hiç değişmedi tabii… Yani sevginin dozunda değişiklik yok ama otorite, kendinden emin davranma ve kararlılık  asıl vermek istediğim. Hani istiyorum ki bu çocuk içinden benim için şöyle düşünsün;” Alalalalaaa bu kadın beni yine eskisi gibi çok seviyor, hiç bir değişiklik yok ama daha bir otoriter daha bir kararlı ve kendinden emin davranır oldu.” deyip biraz laf söz dinlesin.

Bu zaman dilimi içerisinde belki Doruk üzerindeki etkimi yeniden hissetmeye ve hissettirmeye başladım ama tünelin sonundaki ışığı görmenin de ruhsal, bedenen ve zihnen bir çöküntüsü içerisindeyim. Şu okuduklarınız tahmin edersiniz ki inatçı, çığlıklar içinde ağlayan bir çocuğun bıraktığı yorgunluğun yazı halidir.

Orta Kulak İltihabı

Perşembe günü öğleden sonra ofisteyim, odama bir geldim ki masamın üzerinde duran cep telefonumda 4 cevapsız çağrı! Doruk’un okulundan aramışlar, bakıcı ablamız aramış, annem aramış! Bir sorun olduğu o kadar aşikardı ki önce hangisini arayayım diye panik bir şekilde telefon etmeye korkarak önce okulu aradım.

Telefonumu Doruk’un öğretmeni açtı. Ben artık nasıl panikle selam sabah vermeden “Doruk nasıl? Beni aramışsınızz!!” dediysem kadıncağız o kadife ses tonuyla beni sakinleştirmeye çalışır gibi “Ceyda Hanım merak etmeyin, ben zaten bakıcı ablasına da ulaştım, bir sorun yok” diye devam etti. Doruk okulda bir kaç kez kulağım ağrıyor demiş. Öğretmeni de anneannesi Ankara’dan geldiği için acaba eve gitmek için bahane mi yapıyor diye emin olamayarak “Biraz bekleyelim geçer belki Dorukcuğum” demiş. Bakmış Doruk ağlamaklı alt dudak düşmüş, gözler süzülmüş bu kez hemen beni aramış. Bana ulaşamayınca ki ben ofisteydim sadece telefonum masanın üzerinde kalmış, hemen bakıcı ablamızı aramış. Doruk’un öğretmeniyle konuştuktan sonra hemen evi aradım. Bakıcı ablamız üzerini giyinmiş Doruk’u almaya okula gidiyormuş. Ben de “Doruk’u aldıktan sonra hemen hastaneye gidelim, orada buluşalım” dedim.

Neyse 1 saat içinde hepimiz hastanede buluştuk. Tabii ben yol boyunca kendi kendime kızdım, sinirlendim çünkü 2 hafta önce Doruk’la oyun oynarken “anne kulağım ağrıyor” demişti ve biz o hafta için randevu bulamadığımız için ve Doruk bir daha da “kulak” lafı etmediği için unuttuukkk gittiii… İhmal ettik bu konuyu diye çok kızdım kendime…

Doruk okulun kapısında bakıcı ablasını görünce bir fasıl onun boynuna sarılıp ağlamış… Eve gelince kapıda anneme sarılıp bir fasıl da anneannesine ağlamış. Hastanede beni görünce bana da bir kucak sarıldı, dudak aşağı sarkıtıldı öylece durdu… Benim içim gitti tabii, ateşi de çıkmaya başlamıştı. Neyse sevgili doktorumuz Dr. Ebru Hanım sağolsun hemen bizi aradan aldı ve Doruk’u o tatlı öpe seve tarzıyla muayene etti; orta kulak iltihabı olmuş… Antibiyotiğe başladık, burun damlaları ve bir kaç ilaç daha… Muayene sonrası ben ofise dönmek üzere Doruk’tan ayrıldım ama çok kolay olmadı tabii; “anne gitmesen olmaz mı?”, “sen de eve gelsen olmaz mı?” şeklinde içimi kötü yaptı… Neyseki anneannesi olduğu için yine de çok üzerime gelmedi… O sırada babası da arayıp ben eve geliyorum deyince daha da kolay oldu. Ben de koşa koşa ofise geri döndüm…

O geceyi çok kötü geçirdi tabii… Sabahın 05:00’ine kadar ateşini düşüremedik. Arada sayıkladığı bile oldu, korkuttu beni… Ne o uyudu ne biz uyuduk. Bir de o ilaçları çocuğa içirmek kolay mı! Maymuna dönüyor insan çocuk ilaç içecek diye… Ne “timsah gibi ağzını açabilir mi acabaları” kaldı, ne “yok ben bu tarafa bakayım sonra bir döneyim kaşık boş olsun şaşırayım” demeler, ne “yok ilacın olduğu ölçü kabını buraya koyayım kendin nasıl içiyorsun bakalım, hepimiz alkışlayalımlar” vs. vs… Ya kardeşim ben hasta olunca annem babam aç ağzını ilaç içeceksin derdi açardım diye hatırlıyorum… Cuma günü Doruk okula gitmedi tabii, enerjisi fena olmamakla birlikte hastalığı devam ediyordu. Bense ofiste ruh gibiydim…

Bu sabah minik Paşamız bir keyifli bir iyi uyandı… Çok rahatladım ve mutlu oldum… Kavga dövüş ilaçlara devam etsek de gayet iyi görünüyordu. Odasında bir şeyler yapıyor diye hiç oralı olmadım. Zaten kendi kendine oyun kuran bir çocuk olmasına rağmen kendi kendine oynamayı sevmeyen bir çocuk olduğu için sürekli onunla oyun oynamak bazen gerçekten çok yoruyor beni… Bu sebeple kendi kendine bir şeylerle oynadığında hiç oralı olmuyorum…. Sonra içeriden “anneeee, bak arazi traktörü yaptımmmmm” diye seslendi… Odaya gittiğimde aşağıdaki manzarayı beklemiyordum!!!!

AraziTraktoru

Yatağın kenarlıklarını çıkarmış, kendine güzel bir rampa yapmış! Bir de kayak malzemelerinin olduğu dolaptan babasının kasını almış, koca kaskı minnacık kafasına geçirmiş! O rampadan aşağı doğru iniyor, parmaklıklar Doruk traktörle üzerine çıkınca kırılacak gibi esniyor ve arada traktörün tekerleği de patinaj yaptıkça inanılmaz keyif alıyor. Bugün uzun bir seyahate çıkan ve aklı oğlunda kalan babasına bu fotoyu çektim sonra da şöyle yazdım; ” Hiiiiiççç aklın oğlunda filan kalmasın, hale bak! Bu çocuk iyileşmiş arkadaş!”

“Daha Mutlu Ebeveyn-Çocuk İlişkisi için Sınır Koyma, Kuralları Belirleme”

Bugün http://www.anneysen.com tarafından İstinye Park Alışveriş Merkezi içinde bulunan Hillside City Club, Learning Center’da gerçekleşen “Daha Mutlu Ebeveyn-Çocuk İlişkisi için Sınır Koyma, Kuralları Belirleme” eğitimine katıldım.

Bu tip etkinlikleri hep kaçıran biri olarak heyecanım görülmeye değerdi. Günler öncesinden kaydımı yaptırdım ve sabırla bekledim. Beklediğime de değdi doğrusu… Benim için son derece eğitici ve kendime küçük notlar çıkardığım bir toplantı oldu. Tüm konuşmaları burada özetleyemem belki ama benim ilgimi çeken konular şunlardı;

Psikolog Tolga ErdoğanÖnce Psikoloji İstanbul’dan Çocuk ve Ergen Terapisti, Psikolog Tolga Erdoğan konuşmaya başladı. Tolga Erdoğan konuşmaya benim için en can alıcı yerden girdi; o da şimdiki çocukların ağaca tırmanmak, dağda, bayırda alabildiğince oynayabildiği enerjilerini dışarıya atabilecekleri yerlerin olmadığı gerçeğiydi. Şimdiki çocuklar ya evde ya da okullarda bir yetişkinin önderliğinde enerjilerini boşaltmaya çalışıyorlardı. Böyle olunca da ister istemez sınırlar kurallar hayırlar daha çok söylenir oluyordu. Değişen çevre şartları dolayısıyla güvensiz ve tehlikeli olduğunu düşündüğümüz bir ortamda çocuk yetiştirmenin zorluğuna da değindi Tolga Erdoğan. Bu arada tüm salona sorduğu bir soru bir durup düşünmeme neden oldu; “Çocuğumun uymasını/dinlemesini istediğim kuralların ne kadarı ihtiyacım?” “Koyduğumuz kuralların ne kadarı aslında gerçekten ihtiyaç duyduğumuz kurallar?” Bu soruyu duyduğumda bir anda gözümün önünde özellikle yorgunken karşımdaki enerji dolu minik adama “hayır” dediğim bir iki kareyi sorguladım saniyelik bir hızla. Gerçekten çoğu zaman anne babalar olarak otomatik hayırlarımız devreye giriyordu…

Daha sonra Tolga Erdoğan bence çağımızın anne/babaları için çok önemli altın niteliğinde bir öğüt paylaştı bizlerle… Ya da kendi adıma bugünden aldığım en büyük ders bu oldu diyebilirim; “Çağımızda ebeveynler çocuklarına o kadar çok manevi yatırımda bulunuyorlar ki eğer çocuk okulda ya da başka bir alanda başarısız olursa bu sefer ’emeklerim boşa gitti’ gibi bir psikolojiyle öfke duyabiliyorlar” dedi. Bunu daha önce uzman bir psikiyatristten de duymuştum. Her şeyde olduğu gibi bu konuda da dengeyi kaçırmamak gerekiyor demek ki diye düşündüm kendi kendime…

Daha sonra konu kurallara ve sınır koymaya geldi. Tolga Erdoğan “Eğer çocuklarımıza hiç kural koyamıyorsak anne/baba olarak kendi kişisel sınırlarımızı çizememişiz demektir” dedi ve şöyle devam etti; “Diğer taraftan gereğinden fazla kural koyarak çocuğa ‘sen kendi hayatını kontrol edemezsin’, ‘sen bilmezsin’, ‘senin adına her şeyin en doğrusunu ben bilirim’, ‘benim lafımı dinle ki başına bir şey gelmesin’ ” mesajını veriyorsunuz dedi. Emeklemeye yeni başlayan bir bebeği örnek vererek “onun dünyayı keşfetme arzusunu, onun iyiliği ve güvenliği adı altında kendi kurallarımızla çok sınırlandırırsak aslında onun ilk matematik dersinin boş geçmesine sebep oluyoruz demektir” dedi. Çünkü emeklemeyi yeni öğrenen bir çocuğun kanepenin altına kaçan topunu almaya çalışırken yakın-uzak kavramını öğrendiğini kaldıramayacağı bir eşyayı kaldırmaya çalıştığında ağır-hafif kavramını anladığını açıkladı. Bu konuda vaktiyle Doruk’u çok özgür bıraktığım için kendi adıma mutlu oldum o an. Arada iyi şeyler de yapıyoruz anne olarak işte:)

Psikolog Tolga Erdoğan “hayır” kelimesini nasıl kullanacağımız konusunda da ip uçları paylaştı bizimle. Anne/babanın bedel dilinin çok önemli olduğunu, kendisine “hayır” derken beden dilinizden “evet” mesajı alan çocuğunuzun sözünüzü dinlemeyeceğini söyledi. “Doğru beden diliyle sakin bir ses tonuyla “hayır” dediğinizde” anlıyorlar diye de ekledi. 2 yaşında olmuyordu da şimdi gerçekten Doruk “hayır” larımı daha bir anlar oldu. Tolga Bey ayrıca “bağırmak öfke göstermek çocuğa kontrolü kaybettiğiniz ve “hayır” ın “evet” olabileceği hissini verir. Oysa siz sakin olunca çocuk bu konuda kararlı olduğunuzu anlar ve lafınızı dinler” dedi. Hatta burada dediği bir şey çok hoşuma gitti; “sizin bu duruşunuz çocukta hımm bu adam bu konuya kafa yormuş, düşünmüş hissi/algısı verir” dedi. Ayrıca “hayır dediğinizde ağlıyorsa ağlamasına izin verin, hayal kırıklığını yaşasın zaten bu duygu onun tanışması gereken de bir duygu” diyerek kendinin bile halen “hayır” kelimesini duyduğunda herkes gibi hayal kırıklığı yaşadığını bunu çocukların da öğrenmesi gerektiğini vurguladı. Senelerce “hayır” dediğine “evet” dersen çocuğa tutarsızlık mesajı verirsin, ağlayınca istediğini alabileceğini öğretirsin diye söylenmiş bize! Ama Tolga Erdoğan bunun aksine “bazen hayır dediğimiz şeylere sonra evet diyebiliriz” dedi ki benim içime bir su serpildi…

Son olarak ceza&ödül yöntemiyle ilgili Tolga Bey’in anlattıklarından iki nokta beni çok düşündürdü; birincisi ödül&ceza yönetiminin “iç motivasyonu” devre dışı bıraktığı, ikincisi ise ileride çocuğun başkasının istediği gibi olma eğiliminde olup, başkasının beklentisine göre şekil alarak kendi kişiliğini oluşturamayacağı gerçeğiydi.
Blogcu Anne Elif DoğanTolga Erdoğan’ın arkasından Blogcu Anne Elif Doğan (http://blogcuanne.com/) bizlerle kendi annelik tecrübelerini paylaştı. Uzun zamandır severek ve keyifle okuduğum Elif’le ilk defa tanışma imkanı bulduğum için çok mutlu oldum. Kendisi yine her zamanki gibi içten ve samimiydi. Bir de yazılarını kaçırmadan okuduğum için olsa gerek sanki çok yakın bir arkadaşım konuşuyormuş gibi geldi onu dinlerken… Çocuklarından sonra hayatta yaptığı en doğru şeyin blog yazmak olduğunu söyleyen Blogcu Anne çocukların farklı bir dünyaları olduğunu ve çocuklar belli bir yaşa geldikten sonra iki çocuğa bakmanın tek çocuktan daha kolay olduğunu dile getirdi. Bizimle çocuklarının fotoğraflarını paylaşarak o fotoğraflar üzerinden kendi kurallarının zaman zaman nasıl etkisiz kalabildiğini diğer taraftan da arabada çocukların mutlaka kendi araba koltuklarında emniyet kemerleri takılı bir şekilde oturuyor olması gibi asla yıkılmaz kurallarının da var olduğunu söyledi. Gerçekten çok keyifli bir sohbetti…

Bize böyle güzel bir gün yaşatan http://www.anneysen.com ‘un kurucu ortaklarından Aylin Hanım’a ve Pınar Hanım’a sonsuz teşekkürler… Bu eğitimlerin devamını dört gözle bekliyoruz…

“Thank you and please more…”

Hiç “bir film izledim ve hayatım değişti” dediğiniz oldu mu? Benim hiç olmadı. Eğer bildiğiniz böyle bir film varsa bana da söyleyin lütfen, ben de izlemek istiyorum onu… Ama izlediğim her film sonrasında o filmden kendime bir iki şey çıkartmak gibi bir huyum var. Bazen 2 saniyelik bir kare bile bana derin bir hayat felsefesi çıkartacak mesajlar verebiliyor.

Geçen hafta sonu Doruk akşam saat 08:00’da uyudu. Ev bir sessiz, bir sakin, boş kaldı her yer sanki… Her anne baba gibi enerjisi hiç bitmeyen bir şeyle yaşamanın getirmiş olduğu alışkanlıkla evin sessizliği rahatsız etti bizi… Kaldı ki vaktiyle uyusun diye o kadar çaba sarf etmeme rağmen beni uyutup “babacıımm anne uyudu, şen bana bakay mısın?” diyen bir afacanın saat 20:00 itibari ile yatağında olması da ayrı bir garip duyguydu.

Her neyse Devrim’le “hadi bir film seyredelim” dedik. Film zevkleri birbirinden tamamen zıt iki kişilik olarak ortak bir film bulmamız ortalama 20 dakika aldı. Uzlaşma noktasına gelinceye kadar 3 ayrı filmin ilk 10 dakikasını izleyip “yok yok, bu değil” dedikten sonra “Happythankyoumoreplease” isimli filmde karar kıldık.

ThankyouandpleasemoreTüm bunları filmdeki 5 dakikalık bir sahne için anlatıyorum aslında. Film öyle mutlaka izlemeniz gereken, öve öve yere göğe sığdıramayacağım bir film değil ama o 5 dakikalık sahne beni çok etkiledi işte… Kadın ile adam yemek yiyorlar. Adam kadından hoşlanıyor aslında ama henüz daha bir şey açıklamış değil, muhabbet ediyorlar. Kadın bir taksi şoförüyle arasındaki muhabbeti anlatıyor. Özetle; Hintli bir taksi şoförü kadına hayata karşı minnettarlığını sunması gerektiğini söylüyor. Kadın “Peki bunu nasıl yapacağım?” diye sorunca “Çok basit, sadece teşekkür et” diye cevap veriyor ve ekliyor “…thank you and please more (teşekkürler ve lütfen biraz daha…)” demeyi de unutma…

İşte ben bunu duyunca BAYILDIM!!! Gerçekten bayıldım bu söze… Oysa sahip oldukların için şükretmek kavramını ilk defa duymuyordum tabii ki! Ama ilk defa bu kadar sade ve basit anlatımını duydum belki de… ve etkiledi beni… teşekkür etmek için unuttuklarımı hatırlattı…

Hafta sonundan beri sahip olduklarım için sıkça teşekkür ederken buluyorum kendimi…. Ayrıca bu güzelliklerin devamı ve daha fazlası için de “…and please more” diyorum arkasından…

Hayat öyle yoğun ve koşturmalı geçiyor ki, sahip olduklarımıza değil de elimizde olmayanlara odaklanmış buluyoruz kendimizi çoğu zaman… İşte bu yüzden size de hatırlatmak istedim, sahip olduğunuz her şey için “Thank you and please more…” demeyi unutmayın arada…

“Bağırsak Kalın ile Ciğer Ak”

Bugün Doruk’un okul gezi vardı; İTÜ Bilim Merkezi‘ ni ziyarete gideceklerdi. Ayrıca öğlen, eğer uykusu gelirse, okulda uyuma denemesi yapacaklardı. Yani Doruk için bayağı yoğun bir gündü…

Öğlen öğretmeni beni aradı hiç bir sorun yoktu, minik oğlum ki sabah 06:30’da uyandığı için de olsa gerek kolayca uykuya dalmıştı ve hiç yabancılamamıştı. Hatta o kadar ki uyurken hala biberon kullanan ve beni kara kara düşündüren oğlum biberonunu sormamıştı bile! Sorunsuz uyumuştu! Bu bir işaretti ve ben bunu kullanmaya başlayacaktım:)

Neyse akşam işten eve heyecanla geldim. Doruk’la muhabbette başladım zira bugün bana anlatacak çok şeyi vardı ve Doruk anlatmaya başladı; “Anne bağırsak kalın bi tünel gibi uzuuuunduuuuur, içine giyiliyyy, ama o tünel mi anne?” ?!’^’+&%??Ben karıştım tabii anlamaya çalışıyorum; “Dorukcuğum anlatır mısın oğlum nasıl bir yere gittiniz? içine mi girdiniz siz?” Doruk anlatıyor;” Anne bak, bağırsak kalının içine giyiliy mii?” “Oydan neden biz yüyüyken araba geçmez?”, “İçinde yürünür mü? Anlatıy mıyısın?” Doruk böyle deyince ben anladım ki kalın bağırsağın maketini yapmışlar tünel gibi çocuklar da içinden yürümüş. Ama hala emin değilim, hiç gitmedim oraya… Yarın öğretmenine de bir soracağım böyle mi acaba diye… Çocuk kalın bağırsağı tünel zannediyor!!!?!??? Tabii ben başladım anlatmaya “Dorukcuğum, kalın bağırsak bizim vücudumuzun içindedir. Yani bak tam burada, karnımızın altında gibi düşünebilirsin. Ama siz anlayın diye size maketini yapmışlar.” 3 yaşındaki bir çocuğa bu kadar uzun ve detaylı anlatmamam gerektiğini bildiğim halde daha kısa anlatamadım işte… Ne bileyim hayatımda hiç kalın bağırsak anlatmadım ki ben! Nasıl anlatılır ki kalın bağırsak?! Tabii Doruk’tan hemen yeni soru geldi sağolsun  “Yeden kalın bağırsağı bakınca göyemiyorum anne?” “Sende de var mı anne?” “Babada da var mı?” %&/??&(()) Kendi kendime “yok ben bu işin içinden çıkamayacağım galiba ” dedim ve hemen işin erbabı  ilkokul öğretmeni olan kayınvalidemi aradım. Dedim “anne böyle böyle yetiş bana”…. Annem hemen bana bu konuyla ilgili ilkokul 2. sınıfta çocuklarına gösterdiği slaytları gönderdi E-mail ile. Sonra “ona organları anlatan Tübitak’ın kitabını alalım, onun üzerinden anlatalım dedi. Ayrıca puzzle da alalım madem merak etti” dedik. Neyse ben açtım bilgisayarı ve o slaytlar üzerinden insan vücudu üzerinde organların olduğu resmi gösterdim, anlattım ona. İlk başta dikkatini çekti slaytlar sonra birden;” Kapat anne kapat koykuyorumm!??!!dedi! ” Haydaaaaa !!! Mayın tarlasında yürür gibiyim nereye bassam elimde patlıyor! Bu arada “ciğer ak” çok sigara içerse “öksüyüymüş bir de onu anlatıy mısın?” dedi?!!! Hani soru yağmuruna bir ara verse, bir nefes alsa belki ben de düşünüp zaman kazanacağım… Zaten sapağın içindeyim, başka zor soru daha!!! Dilim döndüğünce anlattım. Bu sırada babamız geldi. O konuşuyor biz Devrim’le birbirimize bakıp gülmemek için zor tutuyoruz kendimizi… Bir fasıl da babasından dinledi ” bağırsak kalın” ve “ciğer ak” ne yapar, nedir diye…

Yarın soruların devamı gelecek biliyorum… Bu yüzden dersime iyi çalışmalıyım… Babaannemize güveniyorum, hafta sonu o çözer bu işi…

Plansız Programsız

Bugün saat 16:00’da “artık onun da kendine ait küçük bir dünyası, kendi arkadaşları var” diye düşündüm. Ben ofiste, babası toplantıda o da kendi okulundaydı… Kreşe alıştırma döneminde okula gitmenin normal olduğunu, onun da arkadaşları, ortamı olacağını anlatmak için cümle içinde “….senin de artık kendi hayatın var Dorukcuğum” gibi 3 yaşına yaklaşan bir çocuğun anlayamayacağı bir cümle çıkıvermişti ağzımdan, “benim bi hayatım mı vaaar?” diye cevap vermişti bana çok gülmüştüm… Evet artık onun da bir hayatı olmuştu…

Biraz tersten başladım anlatmaya farkındayım, ama çok duygusal oldum bugün… Doruk son 4 aydır her gün saat 09:00-13:00 arası kreşe gidiyor. Kreşe başladığımız ilk günler yaşadıklarımızı, kendi çocukluğuma dönüp neden kreşe başlamak için 3 yaşını beklediğimi “Okullu Olduk!” ve “Ben Sevmemiştim” isimli yazılarımda dile getirmiştim. Başlangıç dönemi oldukça zor olmuştu. Bu yüzden de tam güne geçmek için yaşının ve şartların uygun olduğunu düşündüğüm halde cesaret edemiyordum açıkçası. Aynı şeyler olacak gibi geliyordu… Yine de geçen hafta bir durum yoklaması yapmak için “Öğle yemeğinden sonra biraz daha okulda kalmak ister misin?” diye sorduğumda kıyameti koparttı ki beni ablam yemekten hemen sonra alsın anne ben eve döneceğim diye. Gözüm iyice korkmuştu. Diğer yandan saat 13:00’dan sonra Doruk’un evde geçirdiği zamanın kalitesi düşmeye başlamıştı hatta bakıcı ablasıyla konuşup sürekli yeni kararlar alıyorduk birlikte, o da ne yapacağını şaşırıyordu çünkü bir yerden sonra o da Doruk’a yetmiyordu görüyordum. Okuldan gelince uyumuyor oyun oynarken de saat 16:00’da koltuğun üzerinde uyuyup kalıyordu. Hal böyle olunca gece yatmak da bilmiyordu.

Çözüm artık tam gün okula geçmekti. Cuma günü akşam iş çıkışı Doruk’un okuluna gittim. Bana kapıyı Doruk’un öğretmeni açtı, yine onu görünce kanım kaynadı ve birden sarıldım boynuna farkında olmadan… Birini sevmeye göreyim kendimi… Bir anne olarak çocuğunun adına karar verip uyguladığın seçimle mutlu ve huzurlu olmanın coşkusu belki de bu bilemiyorum… Sonuç olarak Salı günü yani yarın kademeli olarak (her gün yarım saat arttırarak) tam güne geçiş yapacaktık…

Bugün saat 12:55 gibi cep telefonum çalıyor; arayan bakıcı ablamız. Biraz şaşkın açıyorum telefonu çünkü genelde Doruk’u aldıktan sonra konuşuruz, oysa saat daha yeni 13:00 oluyor… Bakıcı ablamız gülüyor telefonda, şöyle ki; Paşamız öğretmenine yemekten sonra “biyaz daha buyada” kalmak istediğini, ablasının onu “almaya geç gelebilmesinin olar mı” olduğunu sormuş. Bunun üzerine öğretmeni de bakıcı ablamızı arayıp “durum böyle böyle şimdilik 1,5 saat sonra diyelim ama bir aksilik olursa haberleşiriz” demiş. İkimiz de nasıl mutluyuz tabii telefondan sarıldık birbirimize resmen…

İşte şimdi taa başa dönersek Doruk bugün saat 16:00’da hala okuldaydı. Ablamız onu almaya gittiğinde de “Yine de erken geldin abla” demiş. Bıraksan kalacak yani… Dediğim gibi artık onun da arkadaşları, öğretmeni, kendine ait bir dünyası var… Evin dışında başka bir dünya… Sabah olunca hepimiz bir yere gidiyoruz, akşam olunca buluşuyoruz evimizde… Gözlerim doldu bugün sıkça… Yazdıklarımı okuyan sanır oğlum ilkokula başladı… Pireyi deve  yapan ben değilim valla, bana kızmayın… “Annelik” denilen şeymiş bunların suçlusu!

Çocuğun Sakalı Yokmuş Ki Sözü Dinlensin!!!

Çocukların kelimelerin gerçek ve mecazi anlamını bilip ayırt etmeleri ya da deyimleri anlayabilmeleri oldukça zaman alıyor. Doruk sanırım 2 yaşındaydı, laf arasında “….kafama takıldı ya, dur şuna (o an konu neyse hatırlamıyorum) gidip bir bakayım” demiştim de çocukcağız “Anne kafana ne takıldı”, “Eğiliy misin kafan da ne vay bakabiliy miyimm?!” diye merakla saçlarıma bakıp incelemek istemişti. Tabii çok komik oluyorlar… İnsan böyle zamanlarda onların dünyasının ne kadar saf ve temiz olduğunu daha da net görüyor. Yaş ilerleyince olaylar değişiyor ama…

Şöyle ki Pazar günü Doruk dışarı çıkmak istedi. Ben de televizyonda bir program izliyorum. Beni tanıyanlar bilir hiç televizyon izleyen biri değilimdir aslında, takip ettiğim dizi bile yoktur. Ama hani böyle bir kişiyi saçından kıyafetine, dişinden cildine ve hatta neredeyse bakışlarına kadar değiştirdikleri programlar var ya onlardan birine takıldım işte. Kızcağıza o kadar çok şey uyguladılar ki sonucu merak ettim. Değişimi görmek istiyorum, başından ayrılamıyorum. Bu arada seninki yanımda hiç susmadan “annee dışayı çıkalım mııı, bisikletimi alıp parka gidelim miii” diye konuşuyor. “Tamam oğlum çıkalım ama şu program bitsin sonra” diyorum. Tabii nasıl anlasın 3 yaşındaki çocuk bunu… Israr ediyor; “Ye zaman annee??”, “Çıkalım mııı anne!?”, “Hadi annee”, “Yeden bekliyoruz anneee”…. Doruk beni böyle soru yağmuruna tutarken tam da o sırada program reklama girdi. Tabii Paşamız hemen heyecanla “Anneee bitti annee bittiiii” diye atıldı. Ben de o kadar izlemişim, programın sonuna gelmişim, müthiş değişim sonrası kızın son halini bize gösterecekleri sahneyi kaçırmak istemiyorum haliyle… “Yok oğlum daha bitmedi, ama çok az kaldı” dedim. Dedim ama meğerse gerçekten de program bitmiş! Ne olduysa oldu anlamadım ama reklamlardan sonra o son vurucu sahne yerine başka bir program başladı! Doruk’u beklettiğime mi yanayım, o kadar izledikten sonra son halini göremediğimemi yanayım bilemeden ” Aaa vallahi Dorukcuğum haklıymışsın, program bitmiş” dedim ve televizyonu kapatıp üzerimi giyinmek için içeri giderken arkamdan übiri şöyle dedi; “Şakalımız yok ki sözümüz dinlensin!” ??!!!-^&/%&(&/%)=??_/(!!!”é(&()

Ben kalakaldım olduğum yerde!!! Arkamı döndüğümde kanepenin üzerinde Doruk kılığına girmiş bir yetişkin ya da bilge dede filan bulacağımı filan sandım bir an!!! Şaşkınlıkla gülme arası karışmış bir yüz ifadeyle geri döndüm. Doruk gülümseyerek benim tepkime bakıyordu. Gülerek “Sen nereden duydun bu sözü bakimm???” diye kucağıma aldım öptüm onu, yedim bitirdim…. Gülüyorum ve öpüyorum ama bir yandan da sormadan edemiyorum; “Nereden öğrendin bu lafı Doruk????” O an cevap vermedi, benimle birlikte güldü ve hatta ben güldüm diye bir kaç kez “şakalımız yok ki sözümüz dinlensin yaaa” deyip durdu. Her seferinde güldüm ben tabii… Onun minicik ağzından çıkan bu kocaman söz o kadar tatlıydı ki… O an evde Doruk’un bu lafını duyan benden başka kimse olmadığı için paylaşmak ihtiyacı ile telefona sarıldım. Devrim iş için şehir dışındaydı onu arayamadım. Annemi aradım; o da çok güldü tabii… Telefonu kapattıktan sonra yine sordum; “Dorukcuğum nereden duydun bu lafı? Tam yerinde kullandın, çok merak ettim” dedim. Bu sefer cevap geldi; “Keloğlandaaannnnnn!” İkinci bir şok daha oldu bana tabii…

Televizyon düşmanı ben, çocuk okuldan dönünce evde televizyon izliyor eyvah ne yapacağız diye yanıp tutuşan ben böylece kalakaldım. İşin bu kısmı “televizyonun faydaları/zararları” konulu başka bir yazının tartışma kısmı olur ama şimdi bizim evin yeni modası bu deyim… Eğer biri diğerini dinlemediyse ve diğerinin dediği çıktıysa hemen başlıyoruz Doruk gibi söylemeye “ee şakalımız yok ki sözümüz dinlensin!!!”

Sene Olmuş 2013

Salondaki çam ağacını topluyorum… Hoş Doruk’un gazabına uğradıktan sonra kendisine çam ağacı demek için sadece bir değil bir kaç bin şahite ihtiyacım var artık ama topluyorum işte… Doruk soruyor “Anne yapıyosun?”, “Ağacı topluyorum oğluşum” “Yeden?”, “Eee çünkü yeni yılı kutladık bitti”, “Yeni yıl bitince toplanır mı?”, “Toplanır annecim”. Doruk susuyor, ağız açık bana bakıyor bir saniye…. Bir şey gelecek biliyorum; “Anne, bi daha yeni yıl ne zaman geliyy?” Tabii ben bu son soru üzerine ağacı bırakıp oğluma gıdı, kol, bacak şeklinde bir dalış yapıyorum… Gülüyor…gülüyor….kahkahalar atıyor…

Gerçekten “Yeni yıl bi daha ne zaman geliyy?” diyorum sonra kendi kendime… Işık hızıyla gelir olacak cevap biliyorum… Koskoca bir sene daha geçmiş ömrümüzden… Geçen sene bu zamanlar blog tutmaya başlamışım… İlk yazımı 5 Ocak 2012’de yazmışım… Geriye bakınca blog tutmaya başlamamın üzerinden bile 1 sene geçmiş yani, oysa daha çok yeni bir şeymiş gibi hissediyordum ben hep… 2012’de kendim için yaptığım en güzel ve en önemli şey bu blog olmuş. Başka bir şey bulamadım kendime… Üzücü mü bilemedim ama elimdekiyle de mutluyum…

2013’te yeni bir çok kararlar aldım… Bir çoğumuz gibi ben de her sene başında yaparım bunu. Hatta aldım kağıdı kalemi elime yazdım kararlarımı, bakalım kaçını uygulayabileceğim. Bence siz de “sene olmuş 2013 daha ne duruyorum” dediğiniz şeylerin listesini yapın, çok işe yarıyor…

photo (4)

2013’ün ilk yazısı olduğu için bu fotoğrafı eklemek istedim. 2 gün önce tatilden döndük… 2012’yi keyifli kapattık ve yeni yıla keyifli bir başlangıç yaptık… Bu kareler de senenin son ve ilk günlerinden işte…

Özetle herkese güzel bir sene diliyorum, inşallah deftere yazdıklarımızı gerçekleştirdiğimiz yüzümüzün güldüğü bir sene olur…

Sene Biterken…

Kasım ayı zor geçti. Bir sürü şey oldu, yordu biraz…

Ekim ayı ise çok heyecanlıydı aslında; Doruk ve benim doğum günüm vardı ama onları bile yazamadım bloga. Oysa minik oğlum tam 3 yaşına girdi, ben ise 35 oldum! Oğlum doğum gününü ilk defa arkadaşlarıyla ve kendi okulunda kutladı. Okulda kendisine “küçük profesör” diyorlarmış; hem her konuda bir lafı olduğu için hem de gözlüklerden dolayı… Çok hoşuma gitti, çok güldüm…

IMG_0123

Ben, şairin dediği hala doğruysa yolu yarıladım… “35 Yaşımdan İstediklerim” diye bir yazı bile yazdım ve sadece “post” edilmek için duruyordu bir köşede… Sonradan okuyunca,  üzerinden çok geçti diye yayımlamadım yazdıklarımı… Aslında hala onlar bu sene yapmak istediklerim. Yazacağım çok geçmeden…

Öyle ya da böyle araya çok zaman girdi… Şimdi senenin en sevdiğim ayını yaşıyoruz. Yeni yıl beni mutlu ediyor, umut veriyor. Doruk Paşa ile yılbaşı ağacı yaptık hayatımıza renk olsun diye. Çok beğendik, salonumuzun havası değişti…

IMG_1818

3 gün sonra işten eve döndüğümde Doruk beni kapıda büyük bir çoşku ve heyecanla ; “ANNEEEEE ağacı daha güzel süsledim, baaaak” diye karşıladı. Elimden kolumdan çekiştirip salona getirdi. Ağacın halini gördüğümde ne diyeceğimi gerçekten bilemedim!!!

IMG_1854

Yazmayalı uzun zaman oldu ya, kısa bir özet vereyim dedim…

Sene bitiyor…

2013’ten de (her yeni yıl öncesi olduğu gibi) beklentilerim büyük… Hayat her şeyiyle keyifli ve umut verici…

Gözlüklü Hayat!

Doruk 1 yaşını doldurduğunda kontrol amaçlı onu göz muayenesine götürmüştük. 1 yaşındaki bir çocuk için normal sınırlar içerisinde astigmat çıkmıştı. Doktor bunun çok normal olduğunu söyleyip endişelerimizi bertaraf etmişti. İkinci muayene 6 ay sonraydı, ona da gittik ama Doruk ortalığı birbirine kattı. Ne göz damlası yaptırmıştı ne de gösterdiği şekilleri söylemişti. Lazerli göz ölçüm cihazıyla muayene edip; “6 ay sonra tekrar gelin, astigmat olabilir ama bir şey demek için hala erken, bu yaşta olabilir böyle şeyler… ” demişti doktor. Ama ben biliyordum. Gözlerinde bir sorun vardı. Çünkü ekrana çok yakın bakıyordu, gözlerini ovuşturuyordu… 6 ay sonra yine randevu aldık ama doktor bir kongreye katılacağı için randevumuz iptal oldu. O an için bize uyan bir gün ve saat bulamadığımız için başka bir zaman ararım diye telefonu kapatmıştım. Bu olay olduğunda aylardan temmuz ayıydı. Sonrasında da yok yaz tatiliydi, yok bayramdı, yok okul alışma dönemiydi derken ihmal ettim yeni randevu almayı…

Geçen hafta Perşembe günü Doruk’un öğretmeni beni aradı; “Ceyda Hanım, Doruk gözünü çok ovuşturuyor, alerjik bir durumu filan olabilir mi acaba?” dedi. Öğretmenimize çok teşekkür ederek durumu özetledim ve ihmal ettiğimi hemen doktordan randevu alacağımı söyledim. Geçen haftaki veli toplantımızın üzerine zaten yerlerde olan anne imajımı eksi ile katlayan harika bir hareket oldu bu tabii 🙂 Şaka bir yana okulun bu yaklaşımı, öğrencilerini bu kadar yakın gözlemleyip hemen veliye bildirmeleri inanılmaz hoşuma gitti.

Sonuç itibari ile bu cumartesi göz muayenemiz vardı. Doruk zorlanmasın diye kendime de aynı doktordan göz muayenesi aldım. Önce ben sonra Doruk muayene olduk. Geçen seferki muayenelere göre çok daha rahat oldu diyebilirim. En azından o deliklerden bakıp göz ölçümü yapılabildi. Hoş delikten baksın diye yapmadığımız şebeklik kalmadı ama olsun… Muayene sonunda benim gözümde hiçbir şey çıkmadı ama Doruk’un gözünde 3 numara astigmat çıktı… Keşke bende çıksaydı da onda çıkmasaydı diye aklımdan geçirdim o an tabii… Doktor “Ailede kimin gözü bozuk”dedi. Rahmetli canım babamın gözü astigmat idi. Astigmat genetik olurmuş zaten… Neyse 18 yaşında lazer ile tedavisi varmış…

Hastaneden çıkınca hemen gözlüğü almaya gittik. Dilimizin döndüğünce durumu anlatmaya çalıştık ona… Gözlüğünü 2 dakika takıyor sonra çıkarıp “anne gözlük çok yoruldu.” deyip kenara koyuyor şu anda… Evimizde sürekli “Doruk gözlüğün nerede?” sorusu dolaşıyor ki bu sorunun daha çok sorulacağı da kesin gibi görünüyor. Gözlük kanepenin altından, oyuncak arabasının bagajından, boyama kitabının arasından çıkıp tekrar gözüne takılıyor. 5-10 dakikada bir bu rutini yaşıyoruz…

Onu gözlüğe alıştırmak için ne yapmam gerektiğini araştırıyorum şimdi… Bir sürü şey okudum, kafam iyice karıştı… Zor olacak ve zaman olacak… Ne diyim; hoş geldin gözlüklü hayat…

İlk Veli Toplantımız

Bugün hayatımda ilk defa “anne” sıfatıyla bir veli toplantısına katıldım. İnsanlarla tanışırken kendi adını söylemeyip çocuğunun adının yanına “… annesiyim” sıfatını ekleyerek kendini taktim etmek de garip geldi ama çok hoşuma gitti.

Bu akşam iş çıkışı saat 18:30’da Doruk Paşa’nın okuluna gittim. Bir iki çocuk dışında okulda çocuk kalmamıştı, onların yerini veliler alıyordu. Kapıyı güler yüzlü, daha ilk telefon konuşmamızda kendisini çok sevdiğim okulun kurucusu bayan açtı. Ayak üstü sohbet edip üst kata Doruk’un sınıfına çıktık. Yedi cücelerin evi gibi bir yer burası diye düşündüm. Boyu 1 metrenin altındaki insanlara hitap ettiği için okuldaki her şeyin boyutu mini minnacık ve öyle sevimli ki… Neyse Doruk’un sınıfında Doruk’un rahat rahat oturduğu sandalyeye rahatsızca ve emaneten konmuş gibi oturdum. Bu arada diğer velilerle bahsettiğim şekilde tanıştık. Kimse kendi adını söylemedi; mesela şimdi aynı bayanı iki gün sonra yolda görsem “Ali’nin annesi, merhaba nasılsınız?” diye seslenmem gerekecek diye düşündüm bunlar olurken… Doruk’un öğretmenini neden bu kadar çok sevdiğini onunla her konuştuğumda daha da iyi anlıyordum. Gözleri sevgiyle pırıl pırıl parlayan, ses tonuyla insanı etkileyen genç ama tecrübeli bir eğitimci havası vardı onda… Böyle benim bile boynuna sarılasım geliyordu arada… Öyle sevgi dolu bir kadın ki…

Buraya kadar her şey iyiydi ben henüz “ibiş anne” rolünde değildim taa ki öğretmenimiz konuşup anlatmaya başlayıncaya kadar… Öğretmenimiz sırayla konu başlıklarından bahsederken velilerden biri ” yarınki gezide….” diye başlayan bir cümle kurdu… “YARIN GEZİ Mİ VAR?!?” diye geçirdim içimden! Yanımdaki bayana sordum, o da yarın çocukların sinemaya gideceğini söyledi. Henüz eve gitmediğim için çantasını görmediğimi söyledim ilgisiz anne değilim açıklaması yapma hissiyatı içinde… Kadıncağız da “çantasından sinemaya gitmek için veli izin formu çıkacak, göreceksiniz zaten, yarın sinemaya gidiyorlar” dedi… Teşekkür ettim öğretmeni dinlemeye devam ettim. Öğretmenimiz anlatıyordu; “….biliyorsunuz Salı günleri renk günümüz, lütfen mümkün olduğunca mini programda yazan renkleri giymeye gayret edelim” dedi. RENK GÜNÜ MÜÜ???? Doruk Eylül ayından beri okula gidiyor ve ben ilk defa bunu duyuyordum!!! NASIL YANİ RENK GÜNLERİ Mİ VAR??? Sesimi de çıkaramadım, dinlemeye devam ettim hayretle… Niye benim haberim yoktuuu! Öğretmenimiz her salı çocukların programda yazan renklere uygun giyindiklerini anlatırken ben Doruk’un nasıl olup da bu günlerden kurtardığını düşünüyordum. İçinde o rengin ağırlıklı olması da yeterliymiş. Herhalde renkli  giydirmeyi sevdiğim için tesadüf edip kurtarıyordu bu günlerden… Öğretmenimiz devam ederken velilerden biri benim hiç bilmediğim bir ödevden bahsetti. Bu konudan da haberim olmadığını anlayınca artık tam da ALLAHIM BEN NE BİÇİM BİR ANNEYİM aşamasına gelmiştim ki olay ortaya çıktı. Meğersem suçum yokmuş şöyle ki; ekim ayının başında okul bir e-mail göndererek tüm programı, o ay boyunca çocukların öğrenecekleri şarkıları, tekerlemeleri ve yapılacak gezileri içeren detaylı bir program paylaşmış. Benim e-mail adresim yanlış yazıldığı için de mail bana ulaşmamış, bunların hepsi de orada yazıyormuş. Bana gönderdikleri mail gitmeyince okul bu kez durumu izah ederek Devrim’e ulaşmış. Devrim de okula benim doğru e-mail adresimi vermiş ki söylemişti e-mail adresini yanlış yazmışlar doğrusunu verdim diye… Sonra bana maili tekrar göndermişler. Bu sefer de bana gelen e-mailde ekler yoktu… Sonuç itibariyle bir aksaklık olmuş ve o mail inatla bana gelmemiş. Renk günleri de daha geçen hafta başlamış, derin bir nefes aldım…

Bu arada toplantı sonunda öğretmene Doruk’un dolabına bakıp eksik kıyafetleri varsa ona göre göndermek istediğimi söyledim. Öğretmeni de “tabii ki bakabilirsiniz” dedi ve Doruk’un dolabını açıp da içinin BOMBOŞ olduğunu görmek de oldukça hoş(!) oldu!!! En son cuma günü üstüne yemek döktüğü için değiştirmişlerdi ama ben bir iki üstü daha var sanıyordum meğersem hiç kalmamış… Bu da tüm toplantı boyunca olanların üzerine tuz biber olunca diğer velilerin gözünde çizdiğim “ilgisiz ve ibiş anne” etiketini siz düşünün artık!!! Hayır bir de oğlum için blog tuttuğumu filan bilseler “kadın kadın! Sen önce oğlunun okulunda olan biteni bil de sonra yazarsın” derlerdi herhalde…

İlk veli toplantımda ibiş anne rolü ile sahneye çıktığım için pek gururlu olmasam da oğlum okula gitmeye başlağı ve onun yedi cücelerin evi gibi bir çatı altında kendine ait bir hayatı var diye çok ama çok mutluyum…

Çocuğumun Nesi Var?!!

Bu yazıyı sadece tarihe not olsun, Doruk’un neredeyse 3 seneye yaklaşan geçmişinde böyle bir günün varlığı da kayıt altına girsin diye yazıyorum, biline…

Bu akşam Doruk Doruk değildi sanki… Yani ben size deyim şeker siz bana deyin bal gibi bir şey vardı karşımda… “Ballı lokma tatlım” diye seve seve şeker mi yapmıştım çocuğu? ya da sadece ütopik bir rüya mıydı bu akşam olanlar bilemiyorum, ama yaşandı…

Hatta eşimle sürekli birbirimize bakıp gözümüzle, kaşımızla Doruk’u işaret edip “ne oluyor?” diye yüksek sesle sorduğumuz sırada sorudaki kaş, göz kısmını görmediği için “Ne oluyo anne?” diye soran ballı lokmamı gerçekten yemek istedim!!!

Hayır ben alışmışım bir diş fırçalatmak için 45 dakika laf anlatmaya… Bu akşam 45 dakikayı bırakın 5 dakika bile uğraşmayınca şaşırdım, afalladım tabii… Akşam işten eve geldikten sonra evimizdeki konuşmalar şu şekilde gerçekleşti;

Doruk: Anne seninle paya atmalı ayabalara gidebiliy miyiz?

Anne: Bu saatte gidemeyiz, hafta sonu tatil olunca gideriz tamam mı oğluşum?

Doruk: Tamam anne

Anne: Yok oğluşum gidemeyiz şimdi amaa…. (iç ses: bi dakika yaaa, tamam mı dedii?!!’!^!%é+?%&/(!!’!’^^-0=)

Doruk şaşkın bir şekilde bana bakar ama inanılmaz tatlı bir masumiyet ve neşeli tavır içerisinde gülümser… Öperim severim, öperim gıdıklarımmm, yerimmm yerimmm…

Doruk: Anne, bana Kinder çikoyata veriy misin?

Anne: Şimdi baba gelene kadar sofrayı hazırlayalım, yemek yiyelim hep birlikte sonra tabii ki veririm…

Doruk: Anne tamam, peki salata yapmana yaydım edebiliy miyim?

Anne: Şimdi çikolata yiyemezsin anneciğim ama… (iç ses: tamam mıı? dedi!!’^^%&&//^”!!!’ salata yapmak mı?!!!!!) anne dış ses: Havuçları buz dolabından çıkarır mısın? havuç salatası yapalım…

Doruk bana yine bakar, aradaki kopukluklara anlam vermez..ben de onun çikolata için bile diretmeden lafımı dinlemesine anlam veremem!!! NESİ VAR BU ÇOCUĞUNNNN!!!!

Uyku vakti;

Anne: Dorukcuğum hadi dişlerini fırçalayıp pijamalarını giyelim?

Doruk: Tamam

Anne iç ses: HAYIRRR HAYIRRR oğlum kesin HASTAA, bir şeyi var!??!! NESİİ VARRR, bunalımda mı acaba ??? NE OLUYORRRR, NİYE tamam diyor bu çocukkk!!!!

Anne dış ses: Çok güzelll, işte diş fırçan macunu da sür, fırçalayalım…

Anne iç ses: YUVADA BİR ŞEY Mİ OLDU ACABAAA??!!!! NİYE HER DEDİĞİME TAMAM DİYOR NEDENNN????!!! Niye böyle BU ÇOCUKKKK!!!! İTİRAZ ETMİYOR NEDENN NEDENNNN?

Anne: Dişler temizlendi, pijama giyildi hadi bakalım uyku vakti…

Doruk: Tamam anne, ama sevdiğim müzik var ya onu açabiliy misin?

Ağlamaklı Anne iç ses: OHH ÇOCUĞUMMMMM, AHH CANIMA BAK, UYKUYA BİLE İTİRAZ ETMİYORRRR, NESİ VAR OĞLUMUNNNN… BU KADAR UZLAŞMACI OLUNUR MUUU? AHH CANIM OĞLUM, KESİN VAR, BİR DERDİ VAR….NE YAPSAM ACABAAA…ATEŞİ YOK, NEŞESİ YERİNDEEE….AYYY N’LUYOOOO İMDATTTT, AY NAPICAMMM BEN ŞİMDİİİİ!!!!!!!???&///(((+%^^%+

Anne dış ses: Tabiki de açabilirim Dorukcuğum, iyisin di mi annecimğim? Şey yani iyi geceler tatlı oğlum…

Doruk: Anne, açay mısın müziği?

Anne müziği açar, çocuk 2 dakikada uyur…

Anne dış ses&iç ses: OĞLUMUN NESİİİ VARRRRR????????? İMDATTTT ESKİ OĞLUMA NE OLDUUUU???!!! BİR YANLIŞ VARRRRR!!!!! KESİN BİR DERDİ VARRR???? NİYE İTİRAZ ETMİYOR BU ÇOOOCUKKKKK!!!!!!

Filmlerden Özendiğim 5 Sahne

Sizin böyle bir isteğiniz hiç oldu mu bilmiyorum ama ben zaman zaman filmlerdeki bazı sahneleri en azından hayatımda bir kere yaşamak isterim ki bunlar şunlar;

  1. “Çekilin Ben Doktorum” demek; Filmlerde şöyle bir sahne vardır; biri yere yığılır ya da yaralanır her neyse, bir anda o kişinin başına üşüşen kalabalığın arka sıralarından şöyle bir ses duyulur; “Çekilin ben doktorum!” Hıh işte, o kalabalığın içinden çıkıp “Çekilin ben doktorum” dediğiniz andaki karizmayı bir düşünün!
  2. “Öndeki arabayı takip et” demek; Her filmde gördüğümüz bu sahne gerçek hayatta kaçımızın başına gelmiştir? Ancak 2 grup halinde taksiye bineceğiz filan da söyleyeceğiz bunu… Hayır öndeki arabanın nereye gideceğini bilsem ben bin kere yapmıştım bunu da, işte…
  3. Başkasının durduğu taksiyi kapmak; Bir kaç kez “Taksii taksii” demek suretiyle yoldan geçen taksileri durdurmaya çalışıp olmayınca az ileride durdurmakta olduğu taksiye binmekte olan kendi halinde vatandaşı nazik bir omuz darbesi ile itip bir de üzerine teşekkür ederek onun durdurduğu taksiye binmek. Vay be, ben bunu hayatta yapamam ya neyse…
  4. İş Yerinde Masaya Ayaklarını Uzatmak; Bırak iş yerini bunu kendi evimde bile yapmak aklıma gelmez ki! Hani tamam sehpaya ayak uzatırız da yemek masasına filan ayak uzattığımız olmuş mudur? Yok pek sanmam. Ofiste böyle oturan varsa haber versin…
  5. İlk Alkışlayan Kişi Olmak; Sahnedeki kişinin sesi berbattır ya da gösteri son derece rezil geçmiştir. Bu sebeple gösteri bittiği halde salondan beklenen alkış gelmez. Tam tersine derin bir sessizlik hakimdir. Bu sırada biri çıkar ve ayağa kalkarak kimseye aldırmadan sahnedeki kişinin gözlerine bakıp onu alkışlar. Arka sıralarda bu kişiden güç alan ikinci bir kişi daha alkışlamaya başlar ve olay kelebek etkisiyle tüm salona yayılır. İşte burada asıl vurucu nokta şudur ki bu sadece filmlerde olur!

Bu arada bu tarz yazılarım artınca acaba blogda “İlk Beş” diye bir köşe mi oluştursam diye düşünmeye başladım. Her neyse, “özene özene bunlara mı özendin yani” demeyin, özenecek daha güzel şeyler bulursanız bana da iletin…

 

Umut Dünyası

Hayata karşı umutlar beslemek çok güzel… Hayal kurmak, plan yapmak, niyet etmek ve daha olmamış şeyler için heyecanlanmak…

İşte ben de öyle bir dönemdeyim. Hayal kuruyorum, umutlanıyorum sonra daha olmamış şeyler için heyecanlanıp kendimi sebepsiz mutluluklarda buluyorum…

Bugün pazar, yeni haftanız size de umut getirsin…

Okuyan herkese hediye ediyorum bu şarkıyı, ne olursa olsun umut varsa hayat var demektir 🙂

Kreşe Alışma Süreci

Acaba anne olunca hep duygulanacak bir şey mi buluyor insan?

Ekim sonunda 3 yaşında olacak minik paşamız 2 hafta önce kreşe başladı. İlk gün ondan çok bana zor geldi sanki… Öğretmenimizle sohbet ederken cümlesinin bir yerinde “… biliyorum canınızın bir parçasını burada bırakacaksınız…” diye bir cümle kurdu. O anda göz yaşlarım dışarıya fışkırmak için hazırdı ama kendimi öyle bir bastırdım ki yüzümün kızardığını ve zor yutkunduğumu hissettim ve saçmalamamak için bu cümleye gülerek cevap verdiğimi hatırlıyorum… Ne dedim ve gülmemin sebebini neye bağladım bilmiyorum ama öğretmen bal gibi anlamıştır tabii…

Sonuç itibariyle kreşte 2. haftanın sonundayız. Bu 2 hafta nasıl geçti derseniz; duygu yoğunluğu, sabır, kaygı, yorgunluk, pes etmek, yeniden umutlanmak, yeniden pes etmek ve emin olmadığım anlık zaferler şeklinde özetleyebilirim.

Kreş öncesi oryantasyon sürecimiz günler öncesinden başta Mickey Mouse ve Cino ismindeki köpeği olmak üzere evdeki bilimum oyuncağı Doruk ile birlikte kreşe bıraktığımız oyunlarla başladı. Oyun sırasında sırasıyla olaylar nasıl gerçekleşecekse onları anlatıp kapıda Mickey Mouse’u öpüp öğleden sonra görüşürüz deyip ayrılıyorduk. Oyun sırasında bir şey yoktu da gerçek hayata geçince benim soru amirim muhteşem sorularıyla içimi cız ettirdi…

İlk günden bir gün önceki soruları aynen sıralıyorum; “Anne beni yuvaya bıyakıcan bi daha da hiç gelmiycen mi?”, “Ya ben oyda yolumu kaybedersem ne olur?”, “Çişim gelince kime söylüycem?” “Öğretmen beni çişe götürebiliy mi?”, “Çişimi yapayken bana bakaysa ayıp olmaz mı?” “Çok arkadaşlar olarsa, oyuncağımı isterse, vermezsem ne olar?”

İlk soru beni mahvetti tabii… Onu sardım kollarımın arasına… Uzun uzun oradaki bütün çocukların annesinin sabah çocukları güzel oyun oynasınlar, güzel vakit geçirsinler diye yuvaya getirdiğini, öğleden sonra kendisini ablasının alacağını, birlikte evimize geleceklerini, biraz da kendi oyuncaklarıyla oynayacağını zaten sonra benim işten döneceğimi anlattım. Tabii benim söylediğim her cümle soru cümlesi olarak bana geri döndü ama sonunda rahatlamış, daha huzurlu görünüyordu…

Öğretmenimiz ilk gün kreşten zevk alsa bile sadece 1 saat vakit geçirmesinin uygun olacağını söyledi. Oryantasyon süreci böyleymiş. İlk bir hafta çocuğun durumuna göre her gün yarım saat arttırarak ilerliyorlarmış. İş yerinden izin aldım. Doruk, ben ve bakıcı ablamızla birlikte okula gittik. Doruk bana yapışık bir halde hem bahçedeki oyuncaklarla oynamak istiyor hem de “hadi anne, hadi..birlikte oynayalım” deyip duruyordu. 1 saatin sonunda hep birlikte kreşten ayrıldık. Ben işe onlar eve döneceklerdi ama Doruk beni bırakmak istemiyordu. 10 dakika boyunca onunla konuşup ikna etmeye çalışsam da yine arkamda ağlayan bir çocuk bıraktım. O gün işe çok moralim bozuk gittim…

İkinci gün ablamızla Doruk birlikte gittiler yuvaya. Zira benden ayrılması daha zor olacak gibi görünüyordu. İkinci gün de sonuç vermedi ve üçüncü gün de… Sonrasında 30 Ağustos tatilinden faydalanıp bir gün de izin alarak hafta sonuyla birleştirip 4 günlük bir tatil yaptık. Aslında bu tatilin kreşe alışma sürecinde hiç de iyi bir fikir olmadığını ve başa döneceğimizi biliyorduk ama eninde sonunda yuvaya alışacaktı her çocuk gibi…

Tatilden sonraki pazartesi, salı ve çarşamba günleri de Doruk ablasını bırakmak istememişti ve yuvada onunla birlikte kalmıştı. Çarşamba günü okulun pedegogu beni aradı. Uzun uzun konuştuk, arkasından bir de Doruk’un öğretmeniyle telefon konuşması yaptık. Doruk bana sorduğu soruları onlara da soruyormuş. Benim oğlum yaş tahtaya basmaz. İki taraftan da kontrol etmek istemiş belli ki durumu:) Çarşamba günü eve dönünce bakıcı ablası, ben ve Doruk drama oyunu eşliğinde kreşe gidiş ve kapıdan ayrılma sahnelerini oynadık hep birlikte. Doruk bu oyundan inanılmaz zevk aldı. Perşembe günü ise kapıda ablasına “sen marketten alacaklarını al çabucak gel tamam mı?” deyip okulda tek başına kalmış. Öğlen ablası onu almaya gelince de öğretmenine dönüp ” bak gördün mü hiç korkacak bir şey yokmuş” demiş sanki korkan kişi öğretmeniymiş gibi… Öğretmeni gülerek anlatıyordu bana bunu telefonda…

Şu anda paşamız haftanın 5 günü saat 9:00- 12:30 arası yuvaya gidiyor. Geçtiğimiz hafta yine bir ara kapıda mızmızlık yapsa da artık olayı kavradı. Ortamda kendini güvende hissediyor.

Şimdi her akşam eve gelince önce ben ona iş yerimde olanları anlatıyorum(!) sonra o bana yuvada yaptıklarını anlatıyor… Bana öğrendiği tekerlemeleri söylüyor, o gün yaptıkları çalışmaları gösterip benim tepkimi merakla izliyor, hoşuna gidiyor…

Yukarıdaki fotoğrafı ablası okul çıkışında çekmiş ve bana da sms atmış göndermiş sağolsun. Nasıl hoşuma gitti, ne kadar mutlu oldum… Fotoğraftaki minik adam doğduğunda gözünü bile zor açan minik yavrum değildi artık, o çok büyümüştü bu üç senede…

Ben Sevmemiştim

Kaç yaşındaydım bilmiyorum, herhalde 4 filandı. Annemin öğretmen olduğu lisenin anaokuluna gidiyordum. Öyle çok güle oynaya gittiğimi hatırlamıyorum. Okula gitmek için sabahları sabırsızca yataktan zıpladığımı da… ama gidiyordum.

Okulda en sevmediğim şey öğle yemeğinden hemen sonra dişlerimizi fırçaladığımız gibi pijamalarımızı giyip uyku moduna geçmemizdi. Uyumak kesinlikle istemezdim. “Uyku vakti” dediklerinde daha bir zıplayasım daha bir oynayasım gelirdi. Sonra öğretmenim bir gün benden bezip “Tamam peki uyuma ama ayakta dolaşamazsın, yatakta sessizce yat sadece” deyip devam etti; “Senin yatağını duvar kenarına koyalım, kimse senin uyanık olduğunu görmesin.” O bir saat boyunca sıkıntıdan yattığım yerin duvar kağıtlarını yırttığımı hatırlıyorum. Pek bir eğlenceliydi. En azından o sessizlikte ve uyur gibi dururken yapılabilecek en eğlenceli şeydi… Herkes uyanıp da yataklar kalkınca benim yaramazlığım da ortaya çıkmıştı ve öğretmenim kızmıştı bana. Annem de aynı okulda öğretmen olduğu için annemi çağırmışlardı sınıfa… Ben anaokulu için hiçbir zaman çıldırmadım. Öyle çok zevk aldığım bir yer olmadı. Ama ilkokulu çok sevmiştim, her gün okula gitmek için can atıyordum. Hatta öyle can atıyordum ki daha önce “Okullu Olduk” başlıklı yazımda bahsettiğim gibi ilkokula erkenden başlamıştım. Hoş keyifli erken okul dönemim de sevgili öğretmenimin(!) küçük bir darbesi ile mahvolmuştu. Kulakları çınlasın…

Yani diyeceğim şu ben anaokulunu çok sevmediğim için Doruk Paşa’dan da çok umutlu değildim açıkçası ve her şeye hazırlıklıydım. Yaklaşık 1,5 haftadır da uğraşıyoruz ve tablo biraz karamsardı. Adım adım bu süreci de yazacağım ama en son geçen perşembe ve cuma günü ilk defa bakıcı ablası yanında olmadan öğle yemeği saatine kadar arkadaşlarıyla vakit geçirdi. Kreşteki ikinci gününde “anne baaaaak, faaliyet yaptık” diye bana bu maskeyi getirdi. Maskenin arkasında isimi yazıyordu. Oğlumun adını kendi uğraştığı bir şeyin üzerinde okumak sebepsiz ve tarif edemeyeceğim bir nedenle mutlu etti beni. İsminin yazdığı yerin altına o günün tarihini de attım. Onun için saklıyorum bu maskeyi…

İleride ölmez sağ kalırsam üniversiteye başladığı ilk gün bir iki güzel satır yazıp okul hayatına atıldığı ilk gün yaptığı bu maskeyi ona geri vermeyi istiyorum…