Geçtiğimiz hafta Belçikalı arkadaşımla buluştuk. Onunla Indianapolis’e ilk taşındığımız günlerde tanışmıştık ve ilk andan itibaren de sanki yıllardır tanışıyormuş gibi sohbet ederken bulmuştuk birbirimizi. Geçen şu 6 aylık zaman diliminde 2-3 haftada bir mutlaka bir araya gelir olduk zaten… Onun da Doruk yaşlarında bir oğlu ve de dünyalar tatlısı 16 aylık ikiz kızları var. Çocukların hepsi birbirinden güzel, birbirinden lokum… Al, ye, ısır, mıncıkla o derece yani… Karı-koca üç çocuklu hayatın ritmini öyle güzel tutturmuşlar ki üç tane bile olsalar çocuklarla da her şey yapılabilir dedirtiyorlar insana…
Kendi çapımdaki koşturmalı hayatımın içinde onunla buluşup bir araya gelmek ve laflamak çok iyi geliyor bana. Arkadaşlığı da anneliği gibi rahatlatıcı ve huzur verici… Kendime bir çok konuda onu örnek almaya çalışıyorum ve ona da söylüyorum zaten bunu… Çünkü çocuklu insanların hayatlarında kavga kıyamet konusu olan şeyler onların hayatlarında su gibi kendiliğinden olup bitiyor. Mesela hayatlarında çocuk uyutmak diye bir kavram yok! Akşam onlara yemeğe mi gittik. Ev sahibi çocuk uyutacağım diye içeriye gidip saatlerce ortadan kaybolmuyor onlarda… Saat akşam 7 gibi çocukları yatağına yatırıp aşağıya yanımıza iniveriyor! 16 aylık ikizlerini bile! Yani ne bileyim böyle tüm meseleyi çözmüş, ermiş biri…
Her neyse… O gün yine bir çok konu birikmiş, keyifli keyifli sohbet ediyoruz. Sohbetimiz sırasında arkadaşım bana her perşembe gecesi çocukları Amerikalı bir bakıcıya bırakıp kocasıyla başbaşa yemeğe gittiklerini söylüyor. “Her hafta mı?!” diyorum. “Evet!” diyor, “Her hafta!” ve devam ediyor; “haftada bir kez kendi kendimize kalıp sohbet ediyoruz. Lafımız hiç kesilmeden birbirimizle konuşup, hiç yerimizden kalkmadan yemek yiyoruz… Çok iyi geliyor, mutlaka siz de yapın” diyor. Ay ben bir gaza gel! Bir heveslen! Bir imren bir anda!!! Kendi kendime kızmalara başlıyorum önce “Yok efendim biz hiç kendimize değer vermiyormuşuz da!”, “Yok efendim Avrupalılar işte bu yüzden yaşlanmıyormuş da!” “Yok efendim biz Türk kadını hep saçımızı süpürge ediyormuşuz da” filan da falan da…. Kendi kendime iyice gaza geliyorum. Hemen Devrim’e diyorum tabii… ” Ya biz niye yapmıyoruz böyle?!” diyorum. “Hadi 2 numaralı bızdık mecbur bizimle gelecek ama Doruk’u “parent’s night out” olduğu akşamlar okulda bırakıp yemeğe gidebiliriz” diyorum. Doruk’un okulunda 2-3 ayda bir “Parent’s Night Out” adı altında akşam saat 18:00- 21:00 arası ebeveynler çocuklarını okula bırakıp dışarı çıkabilsinler diye okul açık oluyor. Çocuklar güvenli bir ortamda, okulda arkadaşlarıyla oyun oynarken anne babalar da biraz kafa dinleyebiliyor. Devrim’in de aklına yatıyor. Tamam diyoruz. Bir daha ki sefere biz de varız!
Bu olaydan tam da 1 hafta sonra yani bugün okuldan E-mail alıyoruz ki bu cuma okulda “parent’s night out” gecesiymiş!!! Eğer çocuğunuzu bırakacaksanız lütfen adınızı hemen çocuğunuzun sınıf kapısında asılı olan kağıda yazın diyor. Daha E-maili okurken “Doruk’u bırakalım demiştik ama ayyy oğluşumu niye akşam akşam okulda bırakacağız yaa…” diye içimde tereddütler beliriyor… Tam bu sırada Devrim aynı E-maili bana göndermiş ve şöyle yazıyor; “İşte bak bu cuma yemeğe çıkabiliriz!:)”. Benim içim kötü olmuş ama olayı da bu noktaya ben getirmişim ne diyeceğimi bilmezken aynı saniyede Devrim’den ikinci bir E-mail daha alıyorum; “Ya yok ya üzüldüm şimdi ben! Oğlumu da alalım hep birlikte gidelim boşver!” Ay ben bir rahatla! Bir sevin!!! Bir mutlu ol! Hayır sanki ısrar eden, adamın aklına bu fikri sokan ben değildim alalalalaaa…. Hemen Devrim’e geri cevap yazarsın “Ayy evetttt ben de aynı şeyi düşünüyordum!!! Nasıl mutlu oldum!!!! Niye oğlumuzu bırakalım hep birlikte gideriz yemeğe di mi!!!” diye! Manyaklık parayla değil! Kendiliğinden oluyor bende sağolsun!
Yani yok olmuyor da olmuyor! Haa ben şimdi 2 gün sonra Belçikalı arkadaşımdan yine dinleyeyim yine özenirim, coşarım taşarım da kendim yapamam işte…
Bizim evde “Parents’ Night” OUT biz IN!!!