“Parents’ Night Out” Kiiim Biz Kiiiim!!!

Geçtiğimiz hafta Belçikalı arkadaşımla buluştuk. Onunla Indianapolis’e ilk taşındığımız günlerde tanışmıştık ve ilk andan itibaren de sanki yıllardır tanışıyormuş gibi sohbet ederken bulmuştuk birbirimizi. Geçen şu 6 aylık zaman diliminde 2-3 haftada bir mutlaka bir araya gelir olduk zaten… Onun da Doruk yaşlarında bir oğlu ve de dünyalar tatlısı 16 aylık ikiz kızları var. Çocukların hepsi birbirinden güzel, birbirinden lokum… Al, ye, ısır, mıncıkla o derece yani… Karı-koca üç çocuklu hayatın ritmini öyle güzel tutturmuşlar ki üç tane bile olsalar çocuklarla da her şey yapılabilir dedirtiyorlar insana…

Kendi çapımdaki koşturmalı hayatımın içinde onunla buluşup bir araya gelmek ve laflamak çok iyi geliyor bana. Arkadaşlığı da anneliği gibi rahatlatıcı ve huzur verici… Kendime bir çok konuda onu örnek almaya çalışıyorum ve ona da söylüyorum zaten bunu… Çünkü çocuklu insanların hayatlarında kavga kıyamet konusu olan şeyler onların hayatlarında su gibi kendiliğinden olup bitiyor. Mesela hayatlarında çocuk uyutmak diye bir kavram yok! Akşam onlara yemeğe mi gittik. Ev sahibi çocuk uyutacağım diye içeriye gidip saatlerce ortadan kaybolmuyor onlarda… Saat akşam 7 gibi çocukları yatağına yatırıp aşağıya yanımıza iniveriyor! 16 aylık ikizlerini bile! Yani ne bileyim böyle tüm meseleyi çözmüş, ermiş biri…

Her neyse… O gün yine bir çok konu birikmiş, keyifli keyifli sohbet ediyoruz. Sohbetimiz sırasında arkadaşım bana her perşembe gecesi çocukları Amerikalı bir bakıcıya bırakıp kocasıyla başbaşa yemeğe gittiklerini söylüyor. “Her hafta mı?!” diyorum. “Evet!” diyor, “Her hafta!” ve devam ediyor; “haftada bir kez kendi kendimize kalıp sohbet ediyoruz. Lafımız hiç kesilmeden birbirimizle konuşup, hiç yerimizden kalkmadan yemek yiyoruz… Çok iyi geliyor, mutlaka siz de yapın” diyor. Ay ben bir gaza gel! Bir heveslen! Bir imren bir anda!!! Kendi kendime kızmalara başlıyorum önce “Yok efendim biz hiç kendimize değer vermiyormuşuz da!”, “Yok efendim Avrupalılar işte bu yüzden yaşlanmıyormuş da!” “Yok efendim biz Türk kadını hep saçımızı süpürge ediyormuşuz da” filan da falan da…. Kendi kendime iyice gaza geliyorum. Hemen Devrim’e diyorum tabii… ” Ya biz niye yapmıyoruz böyle?!” diyorum. “Hadi 2 numaralı bızdık mecbur bizimle gelecek ama Doruk’u “parent’s night out” olduğu akşamlar okulda bırakıp yemeğe gidebiliriz” diyorum. Doruk’un okulunda 2-3 ayda bir “Parent’s Night Out” adı altında akşam saat 18:00- 21:00 arası ebeveynler çocuklarını okula bırakıp dışarı çıkabilsinler diye okul açık oluyor. Çocuklar güvenli bir ortamda, okulda arkadaşlarıyla oyun oynarken anne babalar da biraz kafa dinleyebiliyor. Devrim’in de aklına yatıyor. Tamam diyoruz. Bir daha ki sefere biz de varız!

Bu olaydan tam da 1 hafta sonra yani bugün okuldan E-mail alıyoruz ki bu cuma okulda “parent’s night out” gecesiymiş!!! Eğer çocuğunuzu bırakacaksanız lütfen adınızı hemen çocuğunuzun sınıf kapısında asılı olan kağıda yazın diyor. Daha E-maili okurken “Doruk’u bırakalım demiştik ama ayyy oğluşumu niye akşam akşam okulda bırakacağız yaa…” diye içimde tereddütler beliriyor… Tam bu sırada Devrim aynı E-maili bana göndermiş ve şöyle yazıyor; “İşte bak bu cuma yemeğe çıkabiliriz!:)”. Benim içim kötü olmuş ama olayı da bu noktaya ben getirmişim ne diyeceğimi bilmezken aynı saniyede Devrim’den ikinci bir E-mail daha alıyorum; “Ya yok ya üzüldüm şimdi ben! Oğlumu da alalım hep birlikte gidelim boşver!” Ay ben bir rahatla! Bir sevin!!! Bir mutlu ol! Hayır sanki ısrar eden, adamın aklına bu fikri sokan ben değildim alalalalaaa…. Hemen Devrim’e geri cevap yazarsın “Ayy evetttt ben de aynı şeyi düşünüyordum!!! Nasıl mutlu oldum!!!! Niye oğlumuzu bırakalım hep birlikte gideriz yemeğe di mi!!!” diye! Manyaklık parayla değil! Kendiliğinden oluyor bende sağolsun!

Yani yok olmuyor da olmuyor! Haa ben şimdi 2 gün sonra Belçikalı arkadaşımdan yine dinleyeyim yine özenirim, coşarım taşarım da kendim yapamam işte…

Bizim evde “Parents’ Night” OUT biz IN!!!

Aklım Türkiye’de…

Aklım Türkiye’de kaldı bu sefer… Beni gören hayatında ilk defa gurbete gitmiş zanneder… Ne 22 yaşımda ilk kez yurt dışına İngiltere’ye gittiğimde, ne 25 yaşımda evlenip Almanya’ya gittiğimizde, ne 32 yaşında New York’ta yaşadığımızda böyle oldum ben… 35 hatta 36 yaşında koca kadınım; karnımda bir tane, elimde bir tane bebem, kocam yanımda ben tepe taplak oldum sanki…

Aklım hep Türkiye’de… Gözüm gazetelerde, ne oluyor bitiyor okuyorum, okuduklarıma yanıyorum üzülüyorum… Her şeye çok uzağım ama sanki çok da yakın… Bir türlü buradaki hayata adapte olamıyorum… Sanki adapte olmak istemiyorum. Hayır desen ki hadi tamam gel geri dönelim yok onu da istemiyorum şu saatten sonra… Gel gör ki istersen adapte olma, çocuğun olunca her şeye hızlıca uyum sağlayıp harekete geçmek zorundasın!

Doruk’un keyfi ise yerinde, daha ilk günden tespitini yaptı; “Indianapolis’ tekiler değişik İngilizce konuşuyorlarmış” dedi koptuk ikimiz de:) Beyefendi Amerikalıların İngilizcesini beğenmedi! Yakın bir arkadaşımızın dediği gibi “senden benden İngilizce duyan çocuk, “native Amerikalıya” garip konuşuyor der tabii…”

Bu arada Devrim’in iş yerindeki ilk günüyle birlikte ben de tam teşekküllü bir yaz okulu gibi hizmet vermeye başladım. Sabah 8’de mesaim başlıyor. Kahvaltı sonrası dışarıda gezinti, havuza gidip yüzme dersleri, öğle yemeği, çizgi film, aktivite saati vs. derken ben bitiyorum, o bitiyor mu HAYIR TABİİ Kİ! Öğlen yorgun düşer belki uyur da ben de biraz ayaklarımı uzatırım göbeğim rahat eder diyorum ama nafile… Her zaman evdeki kadının işinin çalışan kadından daha zor olduğunu söyleyen biri olarak bunu şimdi yaşayarak bizzat görüyorum. Bu arada Doruk okula başladığında sudan çıkmış balığa dönmesin diye bütün gün Doruk’la İngilizce konuşmaya başladım. Evdeyken hadi tamam da dışarıdayken aramızdaki muhabbetler dışarıdan bizi dinleyen bir yabancı için anlamsız ve saçma olabiliyor. Çünkü Doruk’a İngilizce bir şey söylediğimde o da anladığı haliyle benim cümlemi Türkçe’ye çevirip bana tekrar soru soruyor; “Yani yemekten önce ellerini yıka mı demek istiyorsun anne?” ve sonra ben tekrar İngilizce cevap veriyorum. Bu konuşmaların onu biraz olsun okula hazırlayacağını düşünüyorum. Sanırım işe yarıyor. Çünkü dün babaannesiyle Skype’ta konuşurken “Babaanne dün gölün kenarına gittik. Bir sürü “duck” (ördek) vardı. “Duck’lar çok “naughty” ydi (yaramaz), annemin “handbag” ine (çanta) kafalarını uzattılar!” gibi bir cümle kurdu. Tabii annemler bir şey anlamadı ilk önce, sonra ben durumu izah edince onların da hoşuna gitti. Doğru mu yapıyorum bilmiyorum ama bir iki tane kelimeyi hafızaya kaydetmiş gibi görünüyor, bu da bana daha çabuk uyum sağlar diye umut veriyor.

Şu an Türkiye’de saat sabah 6:00, sizler birazdan uyanıp işlerinize gideceksiniz ve yeni güne başlayacaksınız. Ben ise yeni güne uyanmak üzere daha yeni yatacağım yatağıma… Diyorum ya aklım Türkiye’de kaldı bu sefer…

“Thank you and please more…”

Hiç “bir film izledim ve hayatım değişti” dediğiniz oldu mu? Benim hiç olmadı. Eğer bildiğiniz böyle bir film varsa bana da söyleyin lütfen, ben de izlemek istiyorum onu… Ama izlediğim her film sonrasında o filmden kendime bir iki şey çıkartmak gibi bir huyum var. Bazen 2 saniyelik bir kare bile bana derin bir hayat felsefesi çıkartacak mesajlar verebiliyor.

Geçen hafta sonu Doruk akşam saat 08:00’da uyudu. Ev bir sessiz, bir sakin, boş kaldı her yer sanki… Her anne baba gibi enerjisi hiç bitmeyen bir şeyle yaşamanın getirmiş olduğu alışkanlıkla evin sessizliği rahatsız etti bizi… Kaldı ki vaktiyle uyusun diye o kadar çaba sarf etmeme rağmen beni uyutup “babacıımm anne uyudu, şen bana bakay mısın?” diyen bir afacanın saat 20:00 itibari ile yatağında olması da ayrı bir garip duyguydu.

Her neyse Devrim’le “hadi bir film seyredelim” dedik. Film zevkleri birbirinden tamamen zıt iki kişilik olarak ortak bir film bulmamız ortalama 20 dakika aldı. Uzlaşma noktasına gelinceye kadar 3 ayrı filmin ilk 10 dakikasını izleyip “yok yok, bu değil” dedikten sonra “Happythankyoumoreplease” isimli filmde karar kıldık.

ThankyouandpleasemoreTüm bunları filmdeki 5 dakikalık bir sahne için anlatıyorum aslında. Film öyle mutlaka izlemeniz gereken, öve öve yere göğe sığdıramayacağım bir film değil ama o 5 dakikalık sahne beni çok etkiledi işte… Kadın ile adam yemek yiyorlar. Adam kadından hoşlanıyor aslında ama henüz daha bir şey açıklamış değil, muhabbet ediyorlar. Kadın bir taksi şoförüyle arasındaki muhabbeti anlatıyor. Özetle; Hintli bir taksi şoförü kadına hayata karşı minnettarlığını sunması gerektiğini söylüyor. Kadın “Peki bunu nasıl yapacağım?” diye sorunca “Çok basit, sadece teşekkür et” diye cevap veriyor ve ekliyor “…thank you and please more (teşekkürler ve lütfen biraz daha…)” demeyi de unutma…

İşte ben bunu duyunca BAYILDIM!!! Gerçekten bayıldım bu söze… Oysa sahip oldukların için şükretmek kavramını ilk defa duymuyordum tabii ki! Ama ilk defa bu kadar sade ve basit anlatımını duydum belki de… ve etkiledi beni… teşekkür etmek için unuttuklarımı hatırlattı…

Hafta sonundan beri sahip olduklarım için sıkça teşekkür ederken buluyorum kendimi…. Ayrıca bu güzelliklerin devamı ve daha fazlası için de “…and please more” diyorum arkasından…

Hayat öyle yoğun ve koşturmalı geçiyor ki, sahip olduklarımıza değil de elimizde olmayanlara odaklanmış buluyoruz kendimizi çoğu zaman… İşte bu yüzden size de hatırlatmak istedim, sahip olduğunuz her şey için “Thank you and please more…” demeyi unutmayın arada…

Kürkçü Dükkanı

Pazartesi gecesi saat 12:00’da “kürkçü dükkanına” döndük. Ertesi gün iş var tabii!

Çocuğumun ise nevri dönmüş; “tatil bitti mii?!” diye soruyor. Sabah işe giderken Doruk’la kapı önünde yaşayacaklarımın ihtimali beynimin içinde dolanıyor ama hiç oralı olmuyorum! Tatilden gelmişliğin verdiği enerji ile gecenin o saatine bakmadan bavulları boşaltıyorum; kirliler kirliye, temizler yerine şeklinde ayırıyorum eşyaları… Doruk hala ortalıkta dolanıyor bu arada… Saat olmuş 01:00! Neymiş; “oyuncaklarını çok özlemiş uyumayacakmış!”

Ertesi sabah biraz mırın kırın etse de tatilin son 3 gününde verdiğim telkinden midir yoksa bu tatilde gerçekten büyüdüğünü kanıtlandığından mıdır bilmem, kapı önündeki vedalaşma sahnemiz hiç düşündüğüm gibi olmuyor… Beni öpüyor, sarılıyor, balkondan el sallarken “anne işin bitince gel” diyor.

İşe giderken “çocuk” denilen bu bücürlerin insanın hayatında nasıl bu kadar büyük değişiklikler yarattıklarını düşünüyorum! Tatil anlayışımız oyun parklarından, çocuk eğlence yerlerinden ibaret olmaya başlamış…

Çocuklu yolculuğumuzun ilk durağı Pforzheim; tatilimize bundan 9 sene önce evlenip gittiğimiz yeri ziyaret ederek başlıyoruz… Bonn-Pforzheim arası arabayla 3 saat ama Doruk’la min. bir yarım saat atıyor tabii… Sene 2003’te evlenip geldiğimiz yerdeyiz… Hala aynı gibi hissediyorum ama üzerinden 9 sene geçmiş… Kucağımızda bir canavarla 9 sene önce yaşadığımız bu binaya bakıyoruz… Minik canavarın ise bir şeyden haberi yok, oyun peşinde… Çok özlemişim… Tüm hatıralarım canlanıyor… O an orada olmaktan çok büyük keyif alıyorum…

Anılarımızla vedalaşıp yine arabayla İsviçre’ye geçiyoruz ve o gece Zurih’te kalıyoruz. Doruk aşırı mutlu… Annesi yanında, babası yanında ama bir de çok özlediği amcası da yanında ve onunla sürekli oyun oynuyor, şakalaşıyor…Daha ne istesin!

Ertesi gün Zurih’te biraz gezip İtalya’ya geçiyoruz. 2 gece Portofino‘da konaklıyoruz.  Bu arada Doruk her gece başka otelde kalmamızdan oldukça şaşkın; “Bu gece yerde uyuycaz anne? buyda mı uyuycaz? nedenn?” diye sürekli soru halinde…

Manzara harika… Fonda İtalyan asıllı şarkıcı, sinema oyuncusu Dalida’dan “I found my love in Portofino” çalıyor… Dinlendiğimi, hayattan keyif aldığımı hissediyorum ve çok mutluyum…

Biz manzaraya Doruk elindeki şekere bakıyor… Bir çocuk için hayatın anlamı bu kadar basit ve düz… Dünyanın neresinde olduğunun pek anlamı yok… Eğer elinde şekeri ve yakınında da oyun oynayabileceği bir yer varsa onun için hayat son derece yolunda demektir….

İtalya’dan Fransa’ya geçiyoruz. Bir gece de Strasbourg’ da kalıp ertesi gün Bonn’a geri dönüyoruz. Bonn’da hava kapalı…Güneş yok, sanki mart ayı gibi serin ve hatta yağmurlu hava… Gerçek hayata dönüş için bavullarımızı hazırlıyorum… Bu arada küçük oğlumu tebrik ediyorum. Niye mi? Çünkü bezi bıraktığımız şu dönemde arabayla yaptığımız 2.000 km’yi aşan tüm gezimiz boyunca benzinci bulana kadar dayandığı ve artık büyüdüğünü kanıtladığı için…

Baba Olmak

 Blogum Dergisi Temmuz Sayısında yayınlanan yazıma buradan ulaşabilirsiniz(6. sayfadayım:) Blogum Dergisi gerçekten keyifle okuyacağınız ve birbirinden farklı konulara değinen blog yazarlarına bir anda ulaşabileceğiniz eğlenceli bir dergi… Şiddetle tavsiye derim:)

Okumadan önce not: Bu yazıyı aslında Devrim’e “Babalar Günü” hediyesi olarak yazmıştım.  Biraz geçikmeli oldu, ama hoş oldu.

Hep düşünmüşümdür acaba bir kadın ne zaman “anne” ve bir erkek ne zaman “baba” olur diye…

Kadın için “annelik” hamile olduğunu öğrendiğin an itibari ile başlıyorsa eğer erkek için “babalık”  ne zaman başlar?

Kadın daha doktorun bile ultrasonda tam olarak göremediği o miniği hemen kabullenip “anne” havasına girmiş bulur kendisini… Bu ruh haline girmesi öncelikle hormonların yüzünden ya da sayesinden diyebiliriz ama zaten kadın olmanın getirdiği bir “anaçlıkla” olaya yatkınlık da yok değildir hani… Bilimsel açıdan bakarsak HCG adı verilen ve hamileliğin oluşmasıyla beraber artış gösteren bu hormon tüm dünyanızı kaplayıp sizi aşıp başka bir boyuta taşır… Bu noktadan sonra hayatınızdaki tek konunuz, tek amacınız o küçücük şey olup benliğinizi kaplar…Hatta kendinizi ve karnınızdakini o kadar önemsersiniz ki hamile bir bayan olarak kendinizi dünya üzerinde insan neslinin son türünü taşıyormuş gibi zannedersiniz…

Baba olmak ise zordur… Onların tarafı böyle işlemez… İşte bence tam da bu sebepten dolayı babalık daha farklı bakılması gereken bir kavramdır… Erkeklerin bünyesinde kendilerini baba hissettirecek hormonlar dolaşmaz ya da 9 ay boyunca “bebek” ve “annelik” ruhunu tüm bedenleriyle hissedecekleri bir sistem üzerinde gitmez hayatları… Bu yönden baktığınızda hamilelik süreci ile başlayan bu yeni hayatı bir nevi kenardan izleyip takip ederken içindeymiş gibi olmaya çalışıp, kadını anlamaya çalışmakla geçer zamanları… Bizi o an için hissedemeseler bile anlamaya, ayak uydurmaya çalışırlar… Bizim 9 ay boyunca farkına varmadan sindirerek üzerimize aldığımız “annelik” rolünün, sürecinin aksine babalar 9 ay sonunda birden kucaklarına uzatılan “nur topu”  gibi bir bebek ile “babalık” kategorisinde bulurlar kendilerini…

İşte bu yüzden baba olmak çaba gerektirir, zaman gerektirir… Baba olmak annelikten çok daha emek ister… O minik elleri avucuna aldığında sahip olduğun kadından başka bir canlıya daha sorumluluk hissetmektir baba olmak…Baba olmak güçlü olmaktır, bazen içine atmaktır sıkıntıları… Kendi kendine çözüm bulmaktır sorunlara… Baba olmak ağlayamamaktır… Sevdiğin kadın ağlasa da yanında, çocuğun göz yaşlarıyla gelse de kucağına, çok üzülsen de gösterememektir göz yaşlarını… Çünkü güçsüz görünmeyi kaldıramaz baba olmak… Kadın da çocuk da babaya dayar sırtını… Dayandığın omuzun hiç çökmemesidir baba olmak…Baba olmak dağ gibi olmaktır. Deniz gibi uçsuz bucaksız dururken bir liman gibi sığınaklı olmayı gerektirir babalık… Baba olmak cesaret gerektirir… Herkesin medet umduğu süper kahramandır baba…  Yuvayı anne kuş yapsa da evin direğidir baba… Aynı çatı altında atan başka bir kalpten daha mesul olmaktır… Baba olmak varlığınla tüm korkuları silmektir, sadece varlığınla o evde yarattığın huzurdur… Baba olmak umut olmaktır… Geleceğe, hayata, sevdiğin kadına, çocuğuna herkese güzel günler vadetmektir… Evladına her baktığında sevdiğin kadından bir parçayı onun yüzünde görmek, çocuğunu her öptüğünde onun kalbinde bıraktığın sevgi dolu izlerdir…

Zordur baba olmak… Emek ister…

Zoru başaran biri var hayatımda… Yaşamıma ışık tutan… Sırtımı dayadığım, sonuna kadar inandığım… Hem sevgilim hem hayat arkadaşım… Sonsuz teşekkürler varlığın için… Sonsuz teşekkürler emeklerin için…

Babalar Günün kutlu olsun…

Oğlun da ben de seni çok ama çok seviyoruz…

Babalar ve Oğullar

Doruk’a “Bugün Babalar Günü Doruk” dedim. “Babaalar Günü müü?” diye cevap aldım. Genelde aklına yatmayan anlayamadığı bir şey olduğu zaman benim cümlemi soru cümlesi şeklinde bana geri soruyor. Ee ne anlasın yavrucak. Ben yine de devam ettim; “Evet Babalar Günüüüü, hadi öpelim kutlayalım babayı…”

Sonra düşündüm ki hani Doruk’un şansı olsa da babasına bir şeyler yazabilseydi şimdiki haliyle neler yazardı, neleri dile getirirdi… İşte bu mektup 2 yaş 8 aylık oğlundan babasına bu düşünceyle yazıldı;

Babacığım,

Baabaaa, şimdi bugüün pazaa(pazar) sabahı ya annee uyusun biz seninle logo oynayalım mı? Sen bana uçak yapaa mısın?

Baba, ben seni çok seviyouum.Seninle oyun oynamak çok zevkli… En çok da senin ayabanı kullanmayı seviyoyum. Sen ayabayı park etmeden koltuğumdan kalkamam mı? Nedeen?Park edince koltuğumdan kalkabiler miyim? Söyley misin? Nedeen? Ayaba durunca ben kucağına otuyup diyeksyon (direksiyon) çevirip arabayı payk(park) edebiler miyim? Ben ayabanın motorunu sormuştum sen bana ayabanın önünü açıp motoru göstey miştin mi? Bi daha bakabiler miyim? Anne beni kucağına alsın, sen ayabayı çalıştıy ben motora çalışıyken bakıyım. Olar mı? Bi de yedek pastik (yedek lastik) neede (nerede) duruyor onu da gösteyiy misin?

Hafta sonu olunca paya (para) atmalı arabalara gidelimmm ama sen beni iş makinası olana götüy tamam mı baba? Öbürlerini çok semiyoum, iş makinası seviyoyum.

Annem “Bugün Babalar Günü” dedi. Seni öpüp kutlamamı söledi (söyledi). Babalar Günün Kutlu olsun babacım…

Sokakta yüyüyken beni omzunda taşıdığın, kongıyeden(kongreden) dönerken kocaaman bi iş makinası aldığın, evdeki elektiyikli ev aletlerini incelememe ve seninle birlikte kullanmama izin veydiğin(verdiğin), benimle tamircilik oynadığın ve dolabı tamiy edeyken benden yardım(!) istediğin, kaapuzun en güzel yerini bana ayırdığın, annemin ‘hayır’ dediği şeylere bazen boş bulunup ‘evet’ dediğin, benimle her pazar sabahı simit almaya gitiğin, legodan uçak, çöp arabası, vinç yaptıın(yaptığın) ve ben hastayken beni doktora götüyüp “geçicek” dediğin için teşekkür ederim.

İyiki sen babam olmuşsun.

Doduk Efe Diyik

Büyük Düşün De Büyük KonuşMA!

Çok büyük konuşmayacaksın şu hayatta… Her zaman ağzından büyük cümleler çıkmadan önce bir yutkunup iki düşüneceksin. Çünkü sonra ağzından çıkan bu cümleleri geri yiyebilme ihtimalini çok iyi bileceksin.

Aman ben pek korkarım büyük konuşmaktan… Korkarım da çok konuştuğum için arada kaçırıyorum işte… Zira hiç durmayan ve ışık hızında giden çeneme müdahale etme şansım düşük, kader utansın! Çoğu zaman fikrimi beyan ettikten sonra “Aaa bak yine büyük konuştummm iştee!!!” diye yakınırken bulurum kendimi. Bir de fikrini böyle kalabalık bir ortamda beyan edip sonra o kişilerden biri seni “hayatta yapmammm!!” dediğin o şeyi yaparken yakalarlarsa vay halineee… Hemen bir heyecan başlanır cümleye “nee oo, daha bir kaç sene önce öyle demiyordun amaa!? Nasılmış?”… “Nasılmış?!” kelimesi burada soru zamiri anlamını yitirerek daha çok iğneleme ifade eder ki; içerik olarak “oh çok iyi oldu… başına geldi de gününü gördün!” kıvamında söylenmiş bir cümledir kendisi… Arif olan anlar ama bir şey de yapamaz…. “Nasılmış!?” sorusunu soran kişi sizden cevap beklemez zaten… O ezilip büzülerek karşısında küçülmenizden hoşnut olmak duygusu içerisindedir o an…

Sene 2008, daha benim oğlan portakalda vitamin… 30’lu yaşların başındayım ama kendimi 25 yaşında filan zannediyorum. Zira 5 senelik evli bile olsak çoluk çocuk olmayınca hayat böyle gezmeler, tozmalar, eğlenceler, gülmeler, kahkahalar şeklinde sadece kendine sorumlu geçiyor… Bir arkadaşımla konuşuyoruz. Kızcağız bana bir şey anlatırken cümle arasında da 3 yaşındaki oğlunun akşamları onların yanında yattığını söylüyor… Amaaaan ben böyle hemen atlıyorum 3 yaşındaki çocuk nasıl hala yanınızda yatıyor, olur mu öyle şey, çok yanlışş vs. vs. diyee…

Sene 2012, benim oğlan 2,5 yaşını da geçiyor… Ben 30’lu yaşlarımdayım ama kendimi arada sırada 50 gibi hissettiğim de olmuyor değil hani… Hayat çoluk çocuk, iş güç, ev, yemek şeklinde geçiyor… Bir arkadaşımla konuşuyoruz. Kızcağıza laf arasında Doruk’un geceleri bizim yatağımızda yatmasından şikayet etmeyi geçtiğimi bari yatağa enlemesine yatmasın da ayak tarafı kime geliyorsa tekmelerinden dayak yemeyelim diye dua ettiğimizi söylerken buluyorum kendimi !!! Hatta yastığıma kafasını koyacak diye artık kafamızın üzerinde uyuduğundan bahsediyorum!!!

İşin güzel kısmı bunları anlattığım kişi sene 2008’de bıdı bıdı ettiğim kişi değil Allahıma bin şükür! Tamam, büyük laf etmişim güzel güzel de çekiyorum cezamı… Napıyım demişim, çocuğum yokmuş, bilmemişim, ahkam kesmişim… Bir gün o kişiyle böyle bir muhabbet açılacak da o da bana “nasılmıışşş?!” yapacak diye panik atak içerisindeyim vallaa… Yazıyı okumaya da yakalanmasak bari 🙂

Sabır Çiçekleri

Pazar gecesi Doruk neredeyse hiç uyumadı. Eee o uyuyamayınca kim de uyuyamıyor? Evet doğru cevap; anne de!

O gece hadi evi topluyorum, hadi buzdolabına da el atayım, biraz da bilgisayarda takılayım derken zaten saat 01:00 gibi yatmıştım. Yarım saat içerisinde Doruk’un korkunç ağlamasıyla fırladım yerimden. Süt istiyordu; geceleri süt vermek istemiyorum çünkü gece beslenmesinin hem dişleri için hem de gelişimi için doğru olmadığını düşünüyorum. Ama inatla “milk milk” diye ağlıyor (süte neden “milk” dediği ise ayrı bir yazı konusu…) Neyse bir şekilde evde “milk” olmadığına ikna ettim onu, bu arada Devrim de ayakta tabii ama baktı ben hallediyorum devrildi yatağa…Neyse tam uyudu derken yarım saat, kırk beş dakika içinde ikinci bir ağlama krizi, bu kez “salonda uyuycam anne kalkk anne kalk, kalk, kalk, kalk…kalkkk!!!” diye ortalığı yıkıyor. Salonda uyumak da nereden çıktı bile diye soramıyorum kendi kendime zira bu dönemde ne sorsanız cevabı; “İKİ YAŞ SENDROMU!” Kalkarsın salona gidersin, bu arada Devrim yine ayağa kalktı ama görüyorum içten içe sinirleri hopluyor. Doruk çığlıklar içinde babasının kucağına sonra tekrar bana geçiyor ama ne istediğini de anlayamıyoruz, çılgınca bir ağlama! Salonda kanepenin üzerine yatınca ağlaması susuyor gibi oldu. Sustuğunu görünce Devrim geri yattı. Daha yarım saat bile geçmedi ki bu sefer “odamda yatcammm, anneee odamda yatcammm!!!!??” Diyorum ya kamera şakası gibi yaşıyoruz biz ama işin acı kısmı ŞAKA DEĞİL bu! “Sabırla koruk helva olurmuş” deyip onun odasına yürüdük. Zaten gücüm kalmamış haldeydim…Karanlık filan demeden odasına doğru yürüdü Doruk, ben de arkasından…Bu arada bu anlattıklarımı arka planda sürekli ağlayan bir çocuk sesi eşliğinde hayal etseniz beni anlar mısınız acaba? Odasındayız bu sefer “odamdaki oyuncakları salona taşıyalım anneee!!!!” diye ağlamaya başladı, hoş susmuyor zaten ‘tutturmaya başladı’ desem daha iyi olacak. Kocaman bir köpeği var adı “Cino”, onu kulağından sürükleyerek salona taşıdı! Sonra tekrar “annee benim yatağımda ikimiz uyuyalım, böööööh baaawww” diye ağlıyor ve Cino’nun kulağından sürüyerek tekrar odasına taşıdı. Ben onunla inatlaşmadan sessizce yüzüne bakıyorum, yaptığının farkına vardı sanırım, birden susup iç çekerek elimden tutup “anne gel anne gel” diyor ama ağlamasına da engel olamıyor. Neyse saat artık 04:00 filan olmuştu ki Doruk’un yatağında onunla uyumak için kıvrıldım…Onun üzerini örttüm ama ben üşüyorum tabii…Kalkıp kendime bir battaniye alayım diyorum bırakmıyor beni… En son “neyse o uyuyunca alırım” diye beklediğimi hatırlıyorum. Sabah saat 07:00’da telefonun alarmıyla uyandığımda Doruk’un kocaman Cino’su aramızda yatıyordu ve üzerimde bir battaniye vardı. Belli ki Devrim üzerimi örtmüştü…

Bu pazartesi bana çok zor geçti…Doruk sabah “anne ben gece çok ağladım mı?” diye sorarak benden kendince özür diledi. “Neden ağladın anneciğim?” diye sorduğumda ise yine “çok ağladım mıı??” cevabını aldım. Belli ki o da bilmiyordu cevabını…Belki de yoğun ve dolu dolu yaşanan bir pazar günün ardından düzeni bozulan çocuk tepkisiydi. Pazartesi sabahı beni ofiste gören herkes gece Doruk’un uyumadığını tahmin edebiliyordu zira sürünüyordum. Bu sırada pazartesi sabahı bana bir çicek geldi…çok güzel beyaz lilyumlar… Bayılırım en sevdiğimden…Öyle güzel korkarlar ki… özel bir gün filan da değildi bu yüzden telaşla zarfı açtım. Zarfın içinde “Dünyanın en sabırlı annesine…” yazıyordu…

Eşimi aramak için telefona sarılırken içerisinde ‘annelik’ geçen herhangi bir şey için hali hazırda bekleyen o damlalara da engel olamadım…