Şimdi annemin evinde sanki hala üniversitedeymişim gibi, sanki hiç evim barkım, çoluğum çocuğum, beni bekleyen bir eşim yokmuş gibi oturmak ve annem gazetesini okurken yanında böyle pijama terlik ayaklarımı uzatarak tv seyretmek çok garip… Zaman makinasıyla 10-12 sene filan geriye gitmişim ama bir yandan da hala bugünü yaşıyormuş gibi… Ben annemin evine gelince kendimi fabrika ayarlarıma dönmüş gibi hissediyorum ama içimdeki annelik, eş, evinin kadını vs. gibi sonradan zaman içerisinde eklenmiş damarlar da bas bas bağırıyor bir yandan… Oysa fabrika ayarlarım çok basit, hiç karışık değil…Bu yüzden de çok çekici… Bir kere fabrika ayarlarıma göre hayatın merkezinde sadece “kendim” varım; başka da bir şey yok! Ev işleri yok! Mutfak işleri yok! Biricik canın eşin yok! Zira sadece kendi canından çok sevdiğini sandığın insanlar var etrafında ama daha “çocuk” kavramıyla tanışmadığın için aslında onlar da yok! Şimdi fabrika ayarlarım bozulmuş ya benim annemin evindeyim ama hala aklım İstanbul’da… Yanakları tam öpmelik uyuyordur şimdi…Annesi çalışan çocuk olmak da zor…
Etiket: Gençlik Yılları
Gurbet
İlk kez annemin, ailemin yanından ayrıldığımda 22 yaşımı yeni bitirmiştim…Ne zor gelmişti bu ilk ayrılık…İlk 3 ay annemle telefon konuşmalarımız 1-2 dakikalık karşılıklı sessiz ağlamalardan ibaretti… İki tarafın da sesi çıkmazdı özlemden…Sessizce ağlardık telefonun öbür ucundan… Türkiye’ de internet daha yeni yeni kullanılıyordu o zamanlar…Skype yoktu, ICQ vardı ama annem bilgisayar kullanmayı bilmiyordu o zamanlar… Hoş zaten bilse de benim yanımda taşıyabileceğim kendime ait bir bilgisayarım da yoktu o zamanlar… Elimde Türkiye hatlı bir cep telefonum vardı sadece, hani zor zamanlar için… İlk günler 10 İngiliz sterlini karşılığında 40-50 dakika konuşabileceğim telefon kartlarından haberdar değildim henüz. Bu sebeple annemle 1-2 dakikalık sessiz ağlayışın bedeli bana 5 sterline patlardı. Telefon kulübesine gitmeden önce yolumun üzerindeki markete uğrar bir şeyler alır ve bu bahaneyle elimdeki 5 sterlini bozdururdum. Türkiye’deki gibi bir yere girip de elimdeki kağıt parayı uzatarak; “Şunu bozabilir misiniz?” diye sormayı yemezdi gözüm… Telefon kulübesine doğru yolda yürürken kendi kendime ağlamayacağıma söz verirdim. Aslında “sıla hasreti” dışında hiç bir sorunum da yoktu benim; kaldığım yerden, yanında yaşadığım aileden, okulumdan, arkadaşlarımdan ve o an orada bulunuyor olmaktan çok da memnundum… Anneme de bunları söylemek ve “Beni merak etme anneciğim, bak ben çok mutluyum!” demek için hazırlardım kendimi ama telefon çalıp da annemin “Alo” diyen sesini duyduğum an gözlerimden yaşlar fışkırır, sesim çıkmaz, kelimeler boğazımda düğüm olurdu…”Alo” bile diyemezdim de annem ağlama sesimden tanırdı beni…”Kızımm, Ceydacığımm sen misin?” derken birden susar gerisini getiremezdi…Karşılıklı susardık telefonda… Annem suskunluğunu yenip güç vermek için konuşmaya çalışsa da sesi ele verirdi kendisini…Telefon kapanmadan bir kaç saniye önce kesilme sinyali verirdi… Sırf annem orada kalsın diye 1 sterlin daha atardım ama yok çıkmazdı sesim, ağlamam geçmezdi benim…Telefon kesilince annem endişeyle cep telefonumdan tekrar arardı. Okulun bilgisayarından küçük teyzeme uzun uzun mailler yazar, iyi olduğumu annemin sesini duyunca niye öyle olduğumu bilmediğimi, annemin benim için hiç endişelenmesine gerek olmadığını anlatırdım. Teyzem de anneme okurmuş maillerimi…
Geçen pazar arabada giderken Erol Evgin’in “Memlekete Hasret” şarkısı çalıyor. Karı koca çok severiz Erol Evgin’i… Şarkı beni aldı içine, dinlerken o günler geldi aklıma, bunları düşündüm. Sonra arka koltukta oturan oğluma baktım. Devrim’le çıkıyorduk daha o zamanlar. O da başka bir ülkedeydi, öğrenciydi. Her gün telefonla en az yarım saat konuşurduk sanki aynı şehirdeymişiz gibi… Çok özlerdik birbirimiz…1,5 sene böyle geçti… Ne çok hasret çekmişiz dedim…Doruk susmadan konuşurken arka koltukta “Bir gün gelecek telefonun diğer ucundaki anne ben, benim yerimdeki çocuk da Doruk olacak” diye düşündüm…ve gülümseyerek şarkıyı söyledim…